29 Ağustos 2011 Pazartesi

Piramitteki Göz - Küresel Ekonomik Sistem 1


Piramitteki Göz - Küresel Ekonomik Sistem (Bölüm 1)


Bankada hesabınız var mı? Peki hesabınızda paranız var mı? Kredi kartınız var mı? Kredi kartına borcunuz var mı, faiz işliyor mu? Kredi kartınız yok mu? Bu soruların birine evet dediniz mi? “Altın bu aralar çok çıktı”, “dolar/avro çok çıktı” yada “borsa çok düşmüş” gibi bir konuşmada bulundunuz mu yada bunu size söyleyen birisi oldu mu? Yıllık izninizde tatile gitmek ister misiniz, bunun için ayırabileceğiniz paranız var mı? Bankadan kredi kullandınız mı? Çay içerken şeker kullanıyor musunuz? Çikolata yer misiniz? Kaç adet gömleğiniz ve tişörtünüz var?

Bu yazıda kurumlarıyla, yalanlarıyla, açıklanmayan ve gösterilmeyenleriyle, dünyada ve ülkemizde var olan, savaşlar başlatan, insanlar öldüren “ekonomik sistemi” anlatacağım. Bu öyle sıradan bir ekonomik sistem değil. Pek fazla iktisat kitaplarında yada internette bulabileceğiniz şeyler değil. Lütfen ikinci yazının sonunda dönüp, üst paragraftaki soruları kendinize yeniden sorun! (Bu konuları anlatmak, haliyle yazının biraz uzun olmasına yol açtı, yazıyı iki parça halinde yayınlıyorum. Bir dizi başında 2 saat oturabilen toplumun, yazıyı okuyup gerçekleri göreceğini düşünüyorum!)

* * *

Yıl 1944. İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa yıkılmıştır. Her anlamda yıkılmıştır. Milyonlarca insan ölmüş, beşeriyet yıkılmıştır. Şehirler bombalanmış, kentler kasabalar yıkılmıştır. Savaş ekonomisi yüzünden, elde bir şey kalmaması yüzünden ülkelerin maliyeleri, bütçeleri yıkılmıştır.

ABD, her ne kadar bu ikinci dünya savaşının içinde yer almış olsa da, topraklarında ciddi bir saldırı görmemiştir. Savaş nedeniyle Avrupadaki gibi bir sıkıntı yaşamamıştır. Aksine yükseliş yaşamıştır, birikim yaşamıştır. Rockefeller gibi Hitler'e silah satan silah tüccarları, yada diğerleri gibi Avrupa'nın diğer ülkelerine silah satan tüccarlar, yada gıda vb. ihtiyaçları satan dönemin tüccarları sermaye birikimi yaşamıştır. Avrupa yıkılırken, ABD yükselmiştir.

Faiz paranın fiyatıdır, elde boş duran para fiyatlanamamakta, para ile para kazanılamamaktadır. İşte ABD'de biriken bu paranın “kiralanması”, borç olarak, kredi olarak, çeşitli isimlerle ihtiyaç sahiplerine kiralanması gerekmektedir!

1944 yılında ABD'nin Bretton Woods kasabasında, tarihe “Bretton Woods Sistemi” olarak geçecek kararların alındığı, Bretton Woods antlaşmasının imzalandığı, dönemin üst düzey temsilcilerinin katıldığı toplantı yapılır. Toplantıya İngiltere adına “Makro ekonominin kurucusu”, “maliye ve ekonomi politikası alt bilim dallarının kurucusu” Prof. Keynes, ABD adına da Harry Dexter White katılmıştır. Üst düzey, yetkin isimlerin katılımı mevcuttur.

Bu büyük toplantı sonucunda bazı kararlar çıkar. Bu kararlar, dünya ekonomisini bugüne kadar, bugün dahi yoğun biçimde etkilemiştir. IMF ve Dünya Bankası'nın kurulması kararı çıkmıştır.

IMF'nin açıklanan amacı, o dönem için, 2. Dünya Savaşı nedeniyle batağa sürüklenmiş ülkelerin bütçelerine kısa vadeli krediler vererek, bütçe açıklarını düşürmek, yapısal reformlar için gerekli sermayeyi oluşturmak, yani kısa vadeli finansal ve teknik destek sağlamaktır. O gün bugündür IMF, ülkelere kısa vadeli borçlar verir, “teknik destek” adı altında ülkeleri bağımlı ve batak konuma sürükler. Önce parayı verir, sonra parayı veren düdüğü çalar diyerek perde arkasında yönetimleri ele geçirir.

Dünya Bankası'nın (DB) o dönem açıklanan kuruluş amacı ise, yıkılan şehirlerin tekrar kurulması için, Avrupa'nın yeniden ayağa kalkması için, yeniden yapılanma ve kalkınma için, genellikle altyapı projelerine uzun vadeli krediler vermektir. Günümüzde de Dünya Bankası, altyapı projeleri için ülkelere uzun vadeli krediler vermektedir. IMF ile paralel biçimde hareket eder, önce parayı verir, sonra da borçlu ülke yönetimlerine “Bak bize bu kadar borcun var, BM'de şu yönde oy kullan, şu ülkeye işgalimizde yardım et” gibi telkinlerle düdüğü çalar.

IMF ve DB'nin genel merkezleri ABD'nin başkenti Vaşington'dadır. IMF ve DB'nin en büyük finansörleri olarak da, bugünün Sistem patronlarından meşhur Yahudi Rockefeller ailesini (ABD) ve Yahudi Rothschild ailesini (ABD) görüyoruz. (Sistem: Dünyayı yöneten derin güç. Yani, CFR, Bilderberg, Trilateral ve bunların altında yer alan irili ufaklı örgütler ve bunların yöneticisi olan her milletten gelen ancak milliyet farklılığına önem vermeyen, adeta paraya tapan, İbrani asıllı yapı, şeytanın kralları).

Kuruluşların patronları da sermayedarları kadar vahşidir. DB'nin bir önceki Başkanı, Paul Wofowitz'di. Paul Wolfowitz, Başkan 2. George Bush döneminin Savunma Bakan Yardımcısıydı (Donald Rumsfeld'in yardımcısı) ve ABD'nin Irak işgali planının öncülerindendi. Bu görevden sonra Dünya Bankası Başkanı oldu. IMF ve Dünya Bankası, böyle bir sistemdir.


Benjamin Franklin İşgale Devam Ediyor

Meşhur Bretton Woods toplantısına geri dönelim. O toplantıda alınan kararlardan biri de, ABD dolarının (USD) altına endekslendiği/sabitlendiği (35 dolar = 1 ons altın) ve her 1 ABD dolarının altın karşılığı basılacağı açıklamasıydı. Yani bir kimsenin/ülkenin elinde kaç dolar varsa, bunun karşılığı altın ABD'de olacaktı, kişi ABD'ye dolar verip karşılığında altın alabilecekti. Yani dolar sabit kur sistemine geçecekti.

Bu kararla birlikte, Amerikan doları dünya parası haline geldi, Merkez Bankalarınca altın yerine Amerikan doları depolanmaya başladı, dolar rezerv para oldu. Yani küresel işgalin finansal ayağı o gün başladı.

Para gücü getirir, bu toplantıyla ABD parası dünyaca kabul edilmiştir, aslında ABD'nin üstünlüğü ve gücü kabul edilmiştir.

Tüm dünya Merkez Bankaları, tabiri caizse deli gibi dolar stoklamaya başladılar. Ülke vatandaşları, ülke milli paralarının yanında (kimi zaman artık yerine) dolar da tutmaya, kullanmaya başladılar (dolarizasyon). (Bugün dahi Türkiye'de bireysel döviz hesaplarında 100 milyar dolar vardır)

ABD bastıkça dünya bu parayı almaya başladı. ABD, üretmeden “para kazanmanın”, güçlenmenin yolunu bulmuştu. ABD ekonomisi güçleniyor, küresel bankerler paralarına para katıyordu. Ülkeler üretiyor, ABD matbaadan para basıyor, hiçbir emek harcamadan bu parayla üretimi satın alıyordu. ABD 5 cent maliyetle 100 dolar üretiyordu (senyoraj). Sonra bu basılan paralar, bu ülkelere çeşitli yollarla, IMF ve DB ile borç olarak yüksek faizler karşılığı verilmeye başlıyordu. Aslında ekonomiler batağa doğru giden bir kısır döngüye girmişti.

İşte bu süreçte, Fransız Cumhurbaşkanı De Gaulle ile Alman Başbakan Adenauer, ABD'nin altın karşılığında dolar basmadığını, karşılıksız dolar bastığını fark ettiler, bir plan yaparak başbaşa verdiler. Piyasadan dolar çekmeye ve bu dolarları götürüp ABD'ye “Al doları, ver altını” demeye karar verdiler. ABD, bu dolarlar karşısında altın veremeyince, altın karşılığı dolar sisteminin aslında yalan olduklarını ispatlayacaklardı.

Dünya'nın en büyük altın üreticisi Rusya'yı da, “al doları, ver altını” talebinden sonra ABD'ye altın satmaması için bilgilendirdiler. Çünkü ABD bastığı dolarlarının karşılığında elinde altınının olması gerekiyordu, ABD yalanını gölgelemek için derhal altın bulma yoluna gidememeliydi.

Uzatmayalım, ABD bu planı fark etti, '68 hareketini, '68 gençliğini çıkarttı. Bir şekilde bu olaylar, De Gaulle'ü koltuğundan etti. 68 gençliği ve ideolojisi, ABD'nin istediği sistemi daha rahat sürdürmesini sağlıyordu aslında. Bu ayrı bir konu, girmeyelim.

Ancak daha sonra, 1971 yılında, bütçe açığı verilmesi ve ekonomik sorunların çıkması nedeniyle ABD, Bretton Woods antlaşmasından çekildiğini, doların altına dönüştürülebilirliğini kaldırdığını açıkladı. Yani, ülkelerin elindeki dolarlar artık yalnızca bir kağıt parçası olmuştu!

Değerini kaybetmiş bir dolar karşısında, altın hızla yükselmeye başladı. Bakın bu durum günümüzde yaşanan, ABD dolarının ve Euro'nın itibar kaybetmesi ve (spekülatif hareketleri bir nebze görmezden gelirsek) altının hızla değer kazanması durumunun ilk örneğidir. Bugün tarih tekerrür etmektedir.

1971 dolar krizinin akabinde, altında yükseliş başlar, OPEC kurulur, petrol krizi baş gösterir ve Yom Kippur Savaşı ile küresel ekonomik kaos derinleşir. Küresel sistemde paranın rotası değişmektedir, paranın geliş ve gidiş yolları tıkanmaya başlamıştır.


Şeytan Serbestleşiyor

1944 yılında IMF ve Dünya Bankası'nın kurulması kararlaştırıldı dedik ve 1944-1974 arası süreci bu iki kurum ve altın-dolar sistemi kapsamında anlatmaya çalıştık.

IMF, 1947 yılında fiilen çalışmaya başlar. Dünya Bankası, 1947 yılında Birleşmiş Milletler'in özerk uzman kuruluşu olacak statüye alınır.

1948 yılında da, Dünya Ticaret Örgütü'nün kökleri salınır, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması (General Agreement on Tariffs and Trade) kısa adıyla GATT kurulur. Dünya ticaretinin, günümüz küresel ticaretinin ilk adımları artık atılmıştır. GATT, ticaret serbestisi için, Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) büyümesi ve hakimiyetlerini kurmaları için, gümrük tarifelerinde indirime gitmeyi, ithalat vergilerini azaltmayı, uluslararası ticaretin önündeki engelleri kaldırmayı ve ticarette ayrımcı uygulamaları ve bürokrasiyi kaldırmayı amaçlar.

Piyasalaştırılmış toplumlar için, üretmeden tüketen toplumlar için, tasarrufu unutup sınırsız tüketen toplumlar için, borçlanarak tüketen toplumlar için, yıkıcı etki yaratan bir antlaşmadır. Daha doğrusu bu antlaşmalar ve bu gelişmeler ile toplumlar bu saydığım biçimde şekillenmeye başlamıştır.

Öncesinde bir kişi üç gömlek ile ihtiyacını karşılayabiliyor ve mutlu oluyorsa, artık on üç gömlek giyecek ve bu ona yine de yetmeyecektir. Toplumlara sürekli olarak “tüket, umarsızca tüket” propagandası yapılmıştır. Ticaret serbestleşmiş, ithalat kolaylaşmış ve ucuzlamıştır.

Bugün krize doğru giden Türkiye'nin en büyük sorunu “büyük cari açık”, “büyük dış ticaret açığı” ve “tasarruf yerine bireysel kredilerin/borçların artarak çoğalmasıdır”. İthalata dayalı bir tüketim toplumu olmamızdır. Bunun temellerini, tarihi başlangıcını görüyoruz.

1961 yılında OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) kurulur. Kuruluş döneminde amacı üye ülkelerin ve Avrupa'nın Amerikan Marshall planı çerçevesinde kalkınmasıdır!

Daha sonra OECD'ye daha “kutsal bir vazife yüklenmiştir”: Finansal istikrarın sağlanması, Ekonomik genişleme politikalarının uyandırılması (ülkelerin borçlanmasının normal karşılanması ve borç yükünün artırılması gerektiğinin “kibarca” ifadesidir. Bugün Yunanistan'ı, İspanya'yı, Portekiz'i, İtalya'yı, İrlanda'yı, İzlanda'yı görüyoruz, borç yükü yüzünden kıvranıyorlar, Türkiye de bu kapsama önümüzdeki 10 yıl içinde girebilir), Dünya ticaretinin geliştirilmesi, Demokrasi-insan hakları ve yurttaş özgürlüğüdür. OECD'nin genel merkezi Fransa'nın başkenti Paris'tdir.

Ardından 1980'lerle birlikte Hizmet Ticareti Genel Antlaşması (General Agreement on Trade in Services) yani kısa adıyla GATS yürürlüğe girer. Ticaretle birlikte hizmetin de serbestliği gelir. Yani, bir kişi bir başka ülkede kamusal hizmet sektöründe (şartları sağlayabiliyorsa) çalışabilecektir, bunun önündeki engeller kaldırılacaktır. Böylece işsizlik sorunu çeken ülkeler, görece işsizlik sorunu çekmeyen ülkelere doğru yönelecek ve aslında işsizlik sorunu çekmeyen ülkenin yapısı sömürülecektir.

Bugünü, yaşanan ekonomik krizleri, küresel sistemi ve savaşları anlamak, olacakları öngörmek istiyorsak, bunları bilmeliyiz. Tarihten yola çıktık, konu artık günümüze geldi. Yazının kalan diğer yarısını, bir hafta sonra, 06.Eylül.2011 salı günü tevfikbir.com adresinde yayınlayacağım.

TEVFiK BiR / 29.Ağustos.2011




17 Ağustos 2011 Çarşamba

Bu Sonbaharda Karayılan ve Kandil Ekibi Yakalanacak



Bu Sonbaharda Karayılan ve Kandil Ekibi Yakalanacak


Evet, Ramazan bayramından sonra, en geç 3 ay içinde, terör örgütü PKK'nın Irak'taki meşhur Kandil ekibi (belki Erbil ve Dohuk'taki kişilerden de bazıları) yakalanmış ve Türkiye'ye getirilmiş olacak.

ABD, bir an önce Türkiye ile birlikte Suriye'ye girmek istiyor. Müslüman Suriye halkına, zalim Amerikalı Coni ile birlikte Mehmetçiğin de kurşun sıkmasını istiyor. Suriye'ye karşı İncirlik ve Urla askeri üslerini kullanmak istiyor, Türk askeri ve onun kanını kullanmak istiyor.

Hükümet ise bu konuda, Türk kamuoyuna bu olası durumu izah edemeyeceği için, kamuoyu nezdinde değer kaybedeceği için, Müslüman bir ülkeye Türkiye'nin saldırmasının kabul edilemez bir durum olmasından ötürü, ABD'ye ayak direr gibi görünüyor. ABD'nin planı ise şöyle.

Bundan 5 ay önce Mart.2011'de, ABD'nin marka istihbarat birimi CIA'nın Başkanı musevi asıllı Leon Panetta tam 5 gün boyunca Ankara'daydı. Bunun nedeni Türk basını tarafından, “Arap Baharı gelişmelerini ve süreci değerlendirmek üzere (daha doğru terimlerle ifade edersek Kuzey Afrika'da gerçekleşen genişletilmiş BOP operasyonlarıyla ilgili görüşmelerde bulunmak üzere) Türkiye'de” biçiminde lanse edildi. Bu koca bir yalandı!

Eğer sözde Kuzey Afrika'daki Arap Baharı devrimlerini görüşmek üzere bir ABD'li yetkili ve onun heyeti gelecekse bu, askeri üst düzey bir yetkili ve ekibi olurdu. Pentagon üst düzey yetkilileri gelirdi. Konu savaş ise bunu görüşecek askerlerdir.

Ancak gelen kişi istihbarat başkanıdır. Mart.2011'de Ankara ile CIA Başkanı ve heyeti arasında görüşülen çok gizli gündem, istihbaratın konusu ve görev alanı içinde olan “terör meselesidir, PKK'dır”.

ABD, Türkiye'ye bir teklif sunmuştur. Bu; ABD'nin istediği ölçülerde yada buna yakın bir biçimde Türkiye'nin, ABD ile birlikte “insanlık ve demokrasi için(!)” Suriye'ye aktif müdahalede bulunmasıdır.

CIA Başkanı Leon Panetta'nın bunun karşılığında Türkiye'ye ilettiği teklif ise şudur: Bu sonbaharda Murat Karayılan başta olmak üzere PKK'nın Kandil ekibinin tasfiye ve Türkiye'ye teslim edilmesi.

Bununla aynı anlarda Türkiye'de KCK'ya karşı ve özerklik ilanında bulunan isimlere karşı toplu bir yakalama-tutuklama operasyonunun düzenlenmesi, yemin edip TBMM'ye girmezler ise bazı BDP'li vekillerin de, tıpkı Balbay ve Haberal gibi tutuklanıp cezaevine konması olasılığı da masadadır. Bu süreç birlikte işletilecektir.

Yani Irak'ta ve Türkiye'de, PKK'nın üstüne kartal gibi çökme ile, Türkiye'deki ayrılıkçı Kürtçü unsurları sindirme, bastırma operasyonu yapılacaktır. ABD, Irak'ta ve Türkiye içinde koruduğu PKK'ya bu süreçte desteğini kesecektir.

Türkiye de bunun karşılığında Suriye'ye ABD'nin istediği unsurlarıyla bir “güç” olarak girecektir (Ayrıca, PKK'dan görece temizlenmiş, örgütün etkinliği düşürülmüş bir Türkiye'de, Türklük ifadesinin silinip görece Kürtlere özerk hak veren yada bunun önünü açacak geniş ifadelerin yer alacağı bir sivil anayasanın da, önü açılmış olacaktır).

İran için, Suriye'nin varlığı, Şii yönetiminde bir Suriye'nin varlığı, ABD'siz bir Suriye'nin varlığı, bir beka meselesidir.

Çünkü İran çok iyi bilmektedir ki, Suriye giderse sıra İran'a gelecektir. İran, bölgedeki tek ve en güçlü destekçisi Suriye'yi kaybetmek istememektedir.

İşte İran bunu görmüştür, ABD'nin taktiğini görmüş, buna karşı manevra yapmıştır. PKK'nın Kandil'deki yapısının Türkiye'ye teslim edilmesi karşılığında, Türkiye'nin Suriye'ye karşı ABD ile birlikte savaşa gireceğini yada daha yumuşak ifadeyle girebilme olasılığını görmüştür.

İran, ABD'nin bu kozunu, bu Kandil paketini elinden almak için de, Türkiye'de bugün kimselerin anlam veremediği biçimde, aniden PJAK ve PKK'ya karşı müthiş bir operasyon başlatmış, ABD'ye rağmen Irak'a girerek Kandil'e doğru ilerlemiştir.

İran, Kandil'i PKK'dan temizlemek, Murat Karayılan ve isimleri listelenmiş üst düzey PKK'lıları yakalamak, sonra da Türkiye ile yürüteceği görüşmeler sonucunda bunları İran'da idam etmek yada Türkiye'ye teslim etmek düşüncesindedir.

Hatta Murat Karayılan'ı yakalamak üzere hedefe kilitlenmiş bir İran, aynı kod adı taşıyan Murat ismindeki başka bir teröristi yakalayınca (bunun %100 doğru olduğunu da bilemiyoruz, basından o kişinin Murat Karayılan olmadığını öğrendik, belki gerçekten de Karayılan İran'ın elinde olabilir) aşırı heyecanla Murat Karayılan'ı yakaladığını sanmış ve bunu açıklamıştır.

İlk çıkan “Karayılan yakalandı” haberleri bile, Türkiye'de toplum arasında şenlik havası yaratmıştır. İşte, Kandil ekibinin yakalanması moral açısından da çok önemlidir.

İran, Karayılan'ı ve Kandil ekibini kendisi yakalarsa; Türkiye, Kandil PKK'sından kurtulmak için ABD ile Suriye'ye girmek zorunda kalmayacaktır! Suriye ne kadar daha dayanırsa, İran'ın eli o kadar daha güçlenmekte, savaştan o kadar daha uzak kalmaktadır, olası ABD-İran savaşını ötelemektedir.

16.Ağustos.2011 salı günü (bu yazının yazıldığı günden 1 gün önce) İran Büyükelçisi bununla ilgili görüşmelerde bulunmak için Başbakanlık'a sürpriz biçimde gitmiştir. Bakın İran'ın Ankara Büyükelçisi, Türk Dışişleri Bakanlığı'mıza değil direkt Başbakanlığa gelmekte, başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ ile görüşmektedir. Bunun hemen ardından ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone de Başbakanlığa gelerek Bekir Bozdağ ile görüşmüştür. Bilgi almak ve İran'ın bu manevrasına kontra atak yapmak için!

Aynı günün akşamında (ABD'de ise öğle saatine denk geliyor) ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton (yada işgallerden sorumlu Selanik Yahudisi asıllı ABD'li bakan da diyebiliriz), “ABD'nin, Esad'ın gitmesi gerektiğini söylemesi halinde, bunun tek başına çok etkili olmayacağını” dile getirmiş, “Eğer bunu Türkiye söylerse, Kral Abdullah söylerse, diğer insanlar söylerse, Esad rejimi bunu görmezden gelemez” demiştir.

Eğer İran, ABD'den ve Türkiye'den önce Kandil ekibini yakalayamaz ve Kandil'i yerle bir edemezse, Türkiye ile ABD anlattığım biçimde anlaşırsa (ki ABD'nin çok büyük baskısı var, şu an ortam anlaşmaya daha yakın görünüyor), bu sonbaharda Murat Karayılan ve Kandil ekibi Türkiye'de tutuklu olacaklar.

Başbakan Erdoğan'ın 14.Ağustos.2011 pazar günü, “Bıçak kemiğe dayanmıştır. Ne söylerlerse söylesinler, bunun faturası ağır olacaktır. Bu kadar açık konuşuyorum... Bizler şu anda mübarek ay vesilesiyle sabırla devam ediyoruz (bekliyoruz manasında)” demiştir.

16.Ağustos.2011 salı günü ise, “Yeni bir dönem başlıyor. Milletimiz, vatandaşımız hiçbir kutsalı olmayan bu cinayet şebekesinin bertaraf edildiğini görecektir. Meşruiyet çizgisine gelmek isteyenler, meşruiyet çizgisinde kalmak isteyenler, şimdiden pozisyonlarını almalıdırlar.

Başbakan Erdoğan'ın PKK'ya karşı, yüksek perdeden kalın tonla açıklama yapmasına pek alışık değiliz, bu pek olağan değil. Bunun zamanlaması ve satır arasında kullanılan sözcükler dikkat çekicidir.

Demek ki hükümet yani Türkiye ile ABD anlaşmaya yakındır. Bahsettiğim Kandil operasyonu sonbaharda, belki de hemen bayram sonrasında Eylül ayında olabilir.

Not: Bir sonraki yazımda Suriye'den ve artık açık açık geldiği görülen savaştan bahsedeceğim. Bundan 6 yıl önce, 2005 yılında pek çok kişi tarafından “olmaz öyle şey” denilerek yanlış/saçma olarak addedilen “İran'dan önce Suriye vurulacaktır” savını öne sürdüğüm “Görünürdeki Savaş: İlk Hedef Suriye” adlı makalemden bahsedecek, güncel gerçeklerle de savaşa karşı Türk Milletini ve Türk Devletini belki de son defa uyarmaya çalışacağım..!

TEVFiK BiR / 17.Ağustos.2011


9 Ağustos 2011 Salı

Felaket İyi Şeyler Olacak



Felaket İyi Şeyler Olacak


Türkiye'de felaket, acayip, süper, çok “iyi şeyler” oldu, oluyor ve de olacak(!) Türkiye demokratikleşiyor, ileri demokrasiye eriyoruz(!)

Basın özgürlüğü, yakında “ileri basın özgürlüğü” yada “üst düzey basın özgürlüğü” olacak(!)

Yayın özgürlüğü kavramının yerine “maşallah yayın özgürlüğü” kavramı gelebilir, Allah bu özgürlüğü nazarlardan saklasın!

O kadar ileri düzeydeyiz ki bu hızla yakında havalanıp uçabiliriz(!) Medyamız uçabilir. O zaman da inşallah medyamıza, “uçuk medya” diyeceğiz.

Bu “uçuk”luk, “ileri”nin bir adım ötesi olacak. Mesela, ileri demokrasinin ötesi uçuk demokrasi olacak! Uçuk demokrasi, hayallerin ötesindeki demokrasidir.

Basın yayında şölen havasında ileri demokrasiyi yaşıyoruz(!) Son yıllarda pek çok yazar, gazeteci çeşitli nedenlerle ekranlarımızdan, gazetelerimizden yani göz önünden kayboldular, geriye atıldılar, içeri atıldılar, gözden çıkarıldılar, susmak zorunda bırakıldılar.

Onlar, ileri demokrasinin yarattığı yüksek basınç nedeniyle düşme tehlikesi geçiren “medyanın”, düşmemek adına, “üstündeki ağırlığı azaltmak” adına aşağı attığı isimlerdi.

Toplumun, bu aşağı atışların bir kısmından haberi oldu, bir kısmını duydu ama fark edemedi, bir kısmından ise zerre kadar bile haberi olmadı.

Bu yazının konusu, şölen yaşadığımız bu ileri dönemde(!), aşağı atılan isimlerin bazılarının hatırlatılmasıdır. Bu yazının bir devamı olacak bir başka yazıda ise, ekranlarda bize yaşatılan “şölenin” örneklerini, “ileri demokratik kanallarımızı” ve bunların gerçek yüzünü sunmaya çalışacağım.


İleri Demokraside Geriye Atılanlar

Banu AVAR – Gazeteci, belgesel yapımcısı, yazar: TRT1-TRT2Sınırlar Arasında. “Gerçekleri çok fazla anlatması” nedeniyle, ABD-İsrail-Gürcistan ve İsveç büyükelçiliklerinin yaptığı baskıyla 2004 yılından beri sürdürdüğü programı yayından kaldırıldı (2008). Daha önce de 1999-2004 yılları arasında çalıştığı TV8 tarafından Attila İlhan, Erol Manisalı ile birlikte işine son verilmişti. Şu an Kanal99 'da “Banu Avar'la Dünya Düzeni” programını yapıyor.

Ruhat MENGİ – Gazeteci, program yapımcısı, yazar: STAR TVRuhat Mengi ile Her Açıdan. Yayında olduğu pazar günleri, kanalının en yüksek rating'ini alan, günün en çok izlenen programları arasında yer alan program hiçbir gerekçe gösterilmeden yayından kaldırıldı (2010). Şu an Vatan Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapıyor.

Emin ÇÖLAŞAN – Gazeteci, yazar: HÜRRİYET GAZETESİKöşe Yazarlığı. 22 yıl boyunca Hürriyet Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapan Çölaşan, patronu Aydın Doğan tarafından Ertuğrul Özkök aracılığıyla yazılarını yumuşatması istenince, gazetesinden ayrılmak zorunda kaldı (2007). Bu olay, baskılar sonucu yazarların, gazetecilerin işlerinden oldukları, mesleklerini bırakmak zorunda kaldıkları “ileri basın özgürlüğü” dönemine dair kamuoyunun dikkatini çeken önemli bir olay, kırılma noktası olmuştur. Daha sonra “Kovulduk Ey Halkın Unutma Bizi” adlı kitabı çıkardı. Şu an Sözcü Gazetesi'nde yazıyor.

Hulki CEVİZOĞLU – Gazeteci, program yapımcısı, yazar: AVRASYA TVCevizkabuğu. Yeniçağ GazetesiKöşe Yazarlığı. Ergenekon sanığı olarak tutuklanan Mustafa Özbek'in, cezaevinde olduğu dönemde, kanalda yaşanan mecburi değişimler nedeniyle programı sona erenlerden(2010). Daha önce de ATV'de Cevizkabuğu programını yaptığı dönemde, programın o haftaki konuğu dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş olacağı için, kanalın o dönemki patronu Dinç Bilgin'in “Rauf Denktaş'ı programına çıkarma” telkinlerine boyun eğmeyerek kanaldan ayrılmıştı. Ergenekon soruşturması kapsamında 29.Nisan.2011 tarihinde ifadesi alındı, seçimlerden sonra 15.Haziran.2011 tarihinde kurulduğu günden bu yana köşe yazarlığı yaptığı Yeniçağ Gazetesi'ne, köşe yazarlığına ve program yapımcılığına “Elveda” başlıklı yazısıyla veda etti!

Oktay EKŞİ – Gazeteci, yazar: HÜRRİYET GAZETESİBaş Yazarlık. Karadeniz Bölgesi'nde yapılan hidroelektrik santrallerini eleştirmek adına AKP'ye karşı, başlığı çok tepki çeken “Analarını bile satan zihniyet” adlı yazısı nedeniyle, bundan dolayı özür içerikli bir yazı yayınlamış olmasına karşın, 44 yıl mensubu olduğu ve 36 sene başyazarlık yaptığı Hürriyet Gazetesi'nden ayrılmak zorunda kaldı (2010). Şu an CHP İstanbul milletvekili.

Nihat GENÇ – Yazar, program yapımcısı: AVRASYA TVVeryansın. Kendine has diliyle yaptığı programlar çok ilgi çekti. SKY TÜRK'te Serdar Akinan ile yaptığı “Ne Var Ne Yok” programına, kanala yapılan baskılar nedeniyle son vermek zorunda kaldı. Ardından Avrasya TV'de “Veryansın” adlı programına başladı. Bir kaç kere ara verilen ve sonra yeniden başlayan program 2011 yılında tamamen bitti. “Güneş Pensilvanya'dan Doğdu Doğacak” yan başlığını taşıyan “Gücüm Buraya Kadar Bağışlayın” yazısı ile de yazarlığa veda ettiğini açıkladı (2010). Şu an, ara ara odatv internet sitesine yazılar yazıyor.

Vural SAVAŞ – eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı: SÖZCÜ GAZETESİKöşe Yazarlığı. “Yazarak hiçbir şeyin düzelmediğini anladım.” ve “Ben de bu satırları bitirdiğim an kalemimi kıracağım, iç düşmanlarımızın ve onları destekleyen emperyalist güçlerin 'Allah belasını versin'” diyerek köşe yazarlığını kendi isteğiyle bıraktı (2011).

Sami SELÇUK – eski Yargıtay Başkanı: STAR GAZETESİKöşe Yazarlığı. Star Gazetesi üst yönetiminden, görüş farklılıkları nedeniyle baskı görmesi sonucu gazeteden ayrılarak yazarlığı bırakmak zorunda kaldı (2010).

Necati DOĞRU – Gazeteci, yazar: VATAN GAZETESİKöşe Yazarlığı: “İstanbul'da kaç Aytaç Durak Bulunuyor” başlıklı köşe yazısı gazetesinde yayınlanmayınca Vatan Gazetesi'nden ayrıldı (2010). Şu an Sözcü Gazetesi'nde yazıyor.

Nedim ŞENER – Gazeteci, yazar: MİLLİYET GAZETESİKöşe Yazarlığı: Hükümete yakın isimlerden Demirören-Karacan ortaklığının Milliyet Gazetesi'ni satın almasının ardından 1994 yılından beri çalıştığı ve köşe yazarlığı yaptığı gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. Şu an Silivri cezaevinde tutuklu bulunuyor.

Haluk ŞAHİN – Gazeteci, program yapımcısı: TV8Doğrusunu Söylemek Gerekirse. Tam 10 yıl boyunca TV8 Ana Haber bülteninde Doğrusunu Söylemek Gerekirse adlı köşesiyle günün yorumunu yapan usta gazeteci, “Güncelin istibdadından kaçıyorum yoksa medyadan ayrılmıyorum” sözleriyle programına son verdi (2011).

Ferai TINÇ – Gazeteci: HÜRRİYET GAZETESİKöşe Yazarı. Hürriyet Gazetesi'nin 28 yıllık yazarı, “Hevesim kaçtı. Bir yıldan beri üzerinde düşündüğüm, hazırlık yaptığım ve olgunlaştırdığım bir karar.” açıklamasıyla geçtiğimiz günlerde gazeteden ayrıldı (2011).

Sabahattin ÖNKİBAR – Gazeteci, program yapımcısı: YENİÇAĞ GAZETESİKöşe Yazarı. Yaşanan son örnektir. “Hz. Muhammetsiz İslam Olur mu?” başlığı ile Gülen cemaatini eleştiren makalesinin, Yeniçağ'ın bazı bölge baskılarında yer almadığı açığa çıktı ve bunun üstüne Sabahattin Önkibar, Yeniçağ Gazetesi Ankara Temsilciliği görevinden ve gazete yazarlığından ayrıldı (2011).

NTV ÇALIŞANLARI: NTV kanalında yaşananları Can Dündar'ın ağzından okuyalım “Sonunda programlarımız (sırasıyla Çiğdem'in, Mirgün'ün, Nuray'ın, Banu'nun, Ruşen'in, benim) peşpeşe yayından kalkınca, Mirgün'ün kehanetinin gerçekleştiği ve en azından bizler için, 'her şeyin sonuna gelindiği' anlaşıldı... Aslında uzunca bir süredir medyada geniş bir tasfiye yaşanacağı, 'yeni dönem'de bazı gruplara, kanallara, gazetelere, kadrolara, isimlere yer olmayacağı yazılıyor, söyleniyordu. Birçok medya organı da bu tasfiyeyi zamana yayarak yaşamış, yeni döneme sessizce uyum sağlamıştı. Ama NTV öyle prestijliydi ki, en çok tartışılanı o oldu... Bir yerde olmazsa başka bir yerde, şimdi değilse ileride, habercilik tıkanırsa köşelerde, orası da kapanırsa kitapta, senaryoda, filmde, dizide, nette, derste, bildiğimizi, inandığımızı söylemeyi sürdüreceğiz.

Can Dündar, bu ileri demokrasi ve ileri basın özgürlüğü dönemindeki “geçiş sürecini” aktarmış ve geleceğe yönelik de işaretleri vermiş. Tespitler doğru.

Ancak bu döneme geçişe hepsi (NTV'si, HaberTürk'ü, SkyTürk'ü, CNNTürk'ü vesairesi) bilerek yada bilmeden aracı oldular. Terör örgütünün saldırılarını ve faaliyetlerini “insanlık mücadelesi” olarak lanse edenler hep bu ekranlardan bizlere seslendiler ve bizlere “aydın” olarak sunuldular.

BDP mitinglerine katılıp da “orada çok güzel bir hava vardı, orası çok başkaydı” diyenler yada terör örgütü pkk yöneticisi Murat Karayılan ile Kandil'de görüşüp taleplerini halka pompalayanlar, hep onların yakın arkadaşlarıydı, ekran onlarındı, manşetler onlarındı.

Kimi zaman TSK'ya, kimi zaman da polise düşmanlık yapanlar ve kurumları kamuoyu önünde değersizleştirmek isteyenler onların programlarındaydı. Bir sakin mizaçlı vatansever isme karşı iki agresif Sistem yanlısını tartıştıranlar, Atatürkçü vatansever isimlere ekranlarını kapatanlar, onlardı. “Maymun'un aslan yavrusuna biberonla süt içirmesi” haberini verirlerken, yolsuzlukla ilgili haberleri unutturanlar, onlardı. En çok tıklanan video görüntülerini yada Mobese kaza görüntülerini verirken, İran'ın Irak'a girip PJEK'ı vurup Kandil'e harekat düzenlediğinin haberini vermeyenler, Türkiye'nin ABD'ye rağmen K.Irak'taki PKK kamplarına operasyon düzenleyemeyeceğini iddia edenler, özgüvenimizi yitirtenler, onlardı.

İleri demokraside, tasfiye, bu boyuttadır. Önce onlar tasfiye ettiler, dönüşüm sağlanırken de kendileri tasfiye oldular, oluyorlar.

* * *

Kanaltürk'ün el değiştirmesi sonucu bitirilen pek çok programa, diğer kanallarda bitirilen programlara ve yapımcılarına yer veremedim.

Hürriyet Gazetesi'nde, Milliyet, Akşam, Sabah, Cumhuriyet, Vatan, Star, Yeniçağ ve diğer gazetelerde iktidar baskısı sonucu makaleleri gazete yönetimi tarafından kırpılan, yazıları yayınlanmayan ve bunun üstüne istifa eden pek çok yazara bu makalemde yer veremedim (İktidar baskısının somut örneği = Başbakan Erdoğan'ın Şubat.2010'daki açıklaması, “'Ne yapayım, köşe yazarı, hakim olamıyorum' diyemezsin. Maaşlarını sen veriyorsun. Yarın feryat etmeye hakkın yok!”).

Sert dilli”, “sivri dilli”, “İktidarı çok fazla yazıyor” diye nitelenen ve “Fethullah Gülen'i yazmasan”, “Hükümet yolsuzluklarına değinmesen” telkinlerinde bulunulan ve sonunda gazete yönetimiyle sorunlar yaşayarak işlerine son verilen yada gazeteden ayrılan pek çok gazeteci yazara, bu makalemde yer veremedim.

Tutuklu bulunan gazeteci ve yazarlardan söz edemedim, Ergün Poyraz'dan ve diğerlerinden.. Keşke hızla yargılansalar ve yargı sonuçlarını görebilsek, gerçekten suçlular mı yoksa suçsuzlar mı. Yargı sonuçlarına göre biz de, bize kimin oyun oynadığını bilebilsek!

Diğer pek çok isme makalemde yer veremememin nedeni umursamazlıktan yada unuttuğumdan değil yazıyı uzatmamak içindir. Herkesin malumu, yazılar uzadıkça daha az okunuyor.

Gördüğünüz gibi, ileri demokrasi döneminde olduğumuz için, bu “aşağı atılmış” isimlerin hepsi aynı fikri yapıya sahip, aynı siyasi görüşlere sahip isimler de değil. Her görüşten insan, ileri demokrasinin gereği olarak adeta “mozaik” gibi, her düşünceden insan var. Karşı olan herkes, sesi çıkan, gerçekleri gösteren herkes. Doğrusuyla yanlışıyla, günahıyla sevabıyla, 1 gr. bile olsa Sistem/Küresel Krallığa yada iktidara zararı dokunan herkes..!


TEVFiK BiR / 09.08.2011




Telif Bilgisi

© 2009-2017 tevfikbir.com , tevfikbir.blogspot.com. Tüm hakları saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeksizin alıntı yapılamaz.

" Tevfik BİR - www.tevfikbir.com " biçiminde kaynak gösterilerek makalelerden alıntı yapılabilir.