21 Kasım 2005 Pazartesi

Terörizmi Bitirmenin Reçetesi



Terörizmi Bitirmenin Reçetesi,
Gerçekçi Bir Proje



1. ve 2. dalgadan sonra 3. dalganın hazırlıklarını yapan, Kuzey Irak’ta kurulacak oluşumu Türkiye’ye transfer etmek isteyecek olan grupların “bölücü isyanın provaları” niteliğindeki illegal gösterilerinin bitirilmesi ile ilgili özet tavsiye planı aşağıdadır.

Şu an yapılması gereken hem terörizm ile hem de teröristler ile sıkı bir mücadele içine girmektir. Bu yalnızca bir kurumun ya da bir bakanlığın sorumluluğuna bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir. Bunun için, bir çok kurum ve bakanlığın aynı kararlılıkla ve aynı ciddiyetle eşgüdüm içinde hareket etmesi gerekmektedir.


Yapılması gerekenler;
TBMM : En kısa sürede TBMM, yeni Terörle Mücadele Kanunu çıkarmalıdır. Bu kanun hem teröristlere hem de terörizme açık ya da örtülü bir biçimde yardım ve yataklık edenlere, destekte bulunanlara, halk nezdinde meşruiyet yaratmaya çalışanlara… sert güvenlik tedbirlerini veya ağır hürriyeti bağlayıcı cezaları öngörmelidir. 6 ayı geçkin bir süreden beri çıkarılamayan yasaya, referans olarak İngiltere Terörle Mücadele Kanunu’nun kısım: 8/1, 9, 10, 11, 18 u alınabilir. Terörizme ve teröristlere ve onların destekçilerine müsamaha göstermeyen ve sert tedbirler öngören yeni TMK’nın çıkarılması ilk başta yapılması gereken ve hayati husustur.

Adalet Bakanlığı : Kapasitesini misli misli aşmış olan ceza ve tutuk evlerinin ıslah edici hiçbir rolü bulunmamaktadır. Cezaevine giren örgüt üyesi “örgütten” kopmamakta hatta teorik bazda yetiştirilmekte, mücadelesinin sözde haklılığına daha çok inanmakta, çıkacağı günü sabırsızlıkla beklemeye başlamaktadır. Dışarıdan koğuşlara, örgütle ilgili ve çoğu da uydurmaca olan psikolojik anlamda beyin yıkayıcı bilgiler/haberler gelmekte; hükümlü örgüt üyeleri ıslah edilmekten çok psikolojik ve teorik alanda yetiştirmektedir. Hem de TC’nin resmi binasında, devletin verdiği aşı yiyerek, devletin verdiği olanaklardan yararlanarak. Yapılması gereken ise; Adalet Bakanlığı kesinlikle mali ve ekonomik tedbirler sıkıntısına düşmeden en az 5 tane “F Tipi” cezaevleri inşa ettirmelidir. Eski hapishanelerden bir kısım hükümlü buraya nakledilerek, eski hapishanenin yoğunluğu azaltılmış olur. Çağdaş F tipi sistem içerisinde kalacak hükümlü hem sosyal yaşantısını sürdürürken, hem de diğer örgüt üyeleriyle birlikte kalmayacağı için yaptıklarını sorgulama ve yaşamı en baştan düşünme imkânına kavuşur. Psikolojik bazda beyni yıkanmayacağı ve sürekli bir baskı altında kalmayacağı içinde, hükümlülerin topluma kazandırılması ve örgütten koparılması çalışmaları başarıya ulaşır.

TSK : Polisin görev alanı dışındaki tüm yerlerde güveliği ve asayişi sağlamakla sorumlu jandarmaya ve diğer yetkili silahlı kuvvetler birimlerine casus uçaklar ve diğer teknoloji yoğun teçhizatlar “bütçe” sınırlamasına takılmadan derhal alınmalıdır. Türk Silahlı Kuvvetlerin plan ve projelerine, siyasi makamlar (yetkili ve sorumlu) minimum düzeyde müdahale etmelidir; teknik bilgi gerektiren askeri konulara karışmamak, askeri daha etkin kılmak anlamına gelir ki, bu da terörle mücadelenin en başarılı bir biçimde yürütülmesine vesile olur. Ayrıca Askerin, çıkarılması gereken yeni terörle mücadele kanunu ile ilgili ve istihbari konular ile ilgili görüşleri göz ardı edilmemelidir.

İçişleri Bakanlığı, EGM : Polis, toplumsal olaylarda ve illegal gösteri ve yürüyüşlerde, kontrolün kaybedilmeye başlanacağı sıralarda ya da kontrolün tam kaybedildiği anda daha önceki yazımda belirttiğim üzere, plastik mermi kullanmalıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 27/07/1998 “Güler Türkiye’ye karşı davası”nın nihai kararında da belirttiği üzere “madde 2 uyarınca bu tür şiddet gösterilerine karşı devletin güç kullanma yetkisi vardır”, (plastik mermi kullanılmadığı kastedilerek) “…güvenlik güçlerinde böyle bir malzeme olmaması kabul edilebilir bir şey değil” diyor. Uluslarüstü kuruluş AİHM dahi bu uygulamaya cevaz vermiştir. ABD, İsrail, Fransa, Almanya, İngiltere… ve bir çok güvenlik modernizasyonu bakımından ileri birçok ülke plastik mermi kullanmaktadır. Plastik mermi öldürücü değildir. Ancak plastik mermi isabetinde şahsı yaraladığı için, kişi tarafından korkuyla karşılanmaktadır. Anons ile uyarı, Panzer, copla müdahale, CS gazı kullanma (biber gazı) havaya ateş açma, gibi uygulamaların etkisiz kaldığı durumlarda, plastik mermi kullanımı hem ölçülülük ilkesine uygun düşmektedir, hem uluslararası ve uluslarüstü kuruluşlar bu tedbiri uygun görmektedir hem de uygulama etkin sonuç vermektedir. İkinci bir husus, olayların cereyan ettiği bölgelere personel takviyesi yapılalı; bu hassas bölgelerde çalışan personelin taşıdığı teçhizatlar daha kullanışlı düzeye getirilmelidir (Kırıkkale tabanca yerine daha sağlam ve daha etkili yeni bir tabanca markası verilmelidir bölgede çalışan polise). Aksi takdirde kendi can güvenliğini sağlayamayan bir polisin, bölgenin can ve kamu güvenliğini sağlayabilmesi düşünülemez.

İçişleri Bakanlığı : Bir süredir tansiyonun yüksek tutulmaya çalışıldığı bölgelerimizde, bölgelerdeki belediye başkanlarının bu hizmete nasıl destek verdiği herkesin bildiği bir durum. Terörizme ve teröriste siyasi destek veren; ölü teröristler üstünden siyaset (buna “terörizm destekçiliği” dersem daha yerinde olur) yapan Belediye Başkanları’na kanunun öngördüğü bütün yaptırımlar uygulanmalıdır. Daha somut bir ifadeyle, aşağıda yalnızca birkaç temel madde ile örneklendirdiğim (daha başka bir çok kanunda bu ihlaller ile ilgili hükümler var) hukuki mevzuat uygulanarak bu Belediye Başkanları’nın, Başkanlık görevlerine İçişleri Bakanlığı’nca son verilmeli, aynı zamanda da tüm kovuşturma, soruşturma ve yargılamalara başlanmalıdır.

·         TC Anayasası m14/1 “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz”.
·         Türk Ceza Kanunu (TCK) m.215 “İşlenmiş olan bir suçu veya işlemiş olduğu suçtan dolayı bir kişiyi alenen öven kimse, iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır”.
·         TCK m.220/8 “Örgütün veya amacının propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”


Maliye Bakanlığı ve EGM : Emniyet Genel Müdürlüğü ve Maliye Bakanlığı-MASAK yeni bir ortak birim kurarak, terörün iç ve dış finansmanını ve para kaynaklarını kurutmak için, çok yoğun bir çalışma başlatmalı; şüphelendiği tüm hesapları dondurma, terörle doğrudan yada dolaylı olarak ilişkilendiği tüm finans kaynaklarına el koyma hakkını kullanmalıdır.

Sonuç Olarak: Yurt dışından girişi TSK’ nın yeni teçhizat ve uygulamalarıyla engellenen bölücü örgüt, eleman bakımından yurt içinde sıkışacaktır. Yurt içinden eleman arayışına giden örgüt, yeni mevzuatla, getirilen ağır hapis cezaları neticesinde istediği desteği bulamayacaktır. Belediye Başkanları ile güç gösterisi yapmaya ve kendine halk nezdinde meşruiyet yaratmaya çalışan örgüt, terör destekçisi Belediye Başkanları’nın görevlerinden alınmaları ve tutuklu yargılanmaları neticesinde psikolojik savaşında büyük bir darbe alacaktır. İsyan benzeri sokak gösterilerinde ise, polisin yeni teçhizatlarla müdahale etmesi, sokak gösterilerine katılımı hissedilir oranda düşürecektir. Artık cenaze törenlerinde getirilen ağır cezalar yada güvenlik tedbirleri neticesinde yasadışı bayrak ve poster açamayacak terör destekçileri, psikolojik savaşta yenildiklerini anlamaya başlayacaktır. Terörizmle ilgili ilişkisinden dolayı ağır cezalar yiyerek Cezaevine girecek olan hükümlü, burada vicdanını ve yaptıklarını değerlendirecek ve büyük ihtimalle örgütten kopacaktır. Örgütün neredeyse tüm para kaynaklarının kurutulması, örgütün kazanılacak yeni elemanlara para vaadinde bulunmasının önüne mecburi bir engel gibi dikilecektir. Maddi açıdan kurutulmuş ve bu yukarıda belirttiğim önlemlere maruz kalmış bir terörizm hareketi son çırpınışlarını etkisizce gösterecek ve Terörizmin başı ezilecek, Terör bitecektir.

İstikrara kavuşmuş bir Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerimize, yerli ve yabancı girişimcilerin yapacakları özel yatırımlarla (bu bölgeye kurulacak fabrikalardan, Arap Dünyasına ve Orta Asya Türk Dünyası’na ve Slav Bölgesine ihracat yapılabilir) ve gerekse de devletimizin uygulayacağı sosyal ve ekonomik önlem ve yatırımlarla bölge halkı her açıdan kalkınacak, uzun vadede de terörizme ve teröre itibar etmeyen, ekonomik açıdan özgür, devleti ve milletiyle barışık, Türkiye’ye her açıdan entegre olmuş bir müreffeh bölge oluşacaktır.


TEVFiK BiR / 21.Kasım.2005


13 Kasım 2005 Pazar

Bölücü ve Yıkıcı Gösterileri Bertaraf Meselesi



Bölücü ve Yıkıcı Gösterileri Bertaraf Meselesi


Yaklaşık her gün televizyonlarda gördüğümüz, görmesek de yaşandığını bildiğimiz; apo ve terör örgütleri lehine slogan atan, polise ve halka zarar veren isyancılar / bölücüler nasıl bertaraf edilebilir?

Bu konu Polis'in teçhizatları ile çok alakalı. Şu an polislerimiz önce anons ile gösterinin sonlandırılmasını talep etmekte, daha sonra panzerlerle su sıkmakta, gaz bombaları atmakta, havaya ateş açmaktadır. Ancak göstericiler genellikle polisten aksi istikamete koştukları için ve polis arkadan geldiği için; polisin attığı gaz bombaları daha çok polisi ve yoldan geçen vatandaşı etkilemektedir. Havaya ateş açma ise gürültüden başka pek bir şey yapmamaktadır. Çünkü bilhassa güneydoğuda eylemden eyleme koşan kişiler artık polisin havaya ateş açmasını kanıksamış durumdalar. Gaz bombalarından kurtulmanın yolunu biliyorlar. Koşarak coplardan kaçmaktalar.

Göstericiyi dağıtmanın en hızlı, en az zararlı, en etkili ve en güvenli yolu ise, polisiye anlamda ileri ülkelerdeki gibi yani ABD, İsrail ve çoğu AB ülkesi gibi göstericiye ATEŞ AÇMAKTA. Tabi ateş açmak dediysem gerçek mermi demiyorum.

Bu saydığım ülkelerde demin saydığım yollar izlenir, ölçülülük ilkesi gereği; ancak işlerin çığırından çıkmaya başlayacağı ya da başladığı noktada polis göstericilerin üzerine plastik mermilerle ateş açmaktadır. Plastik mermi bir insanı öldürmez, sadece yaralar. Bu nedenle göstericiler bu yöntemden korkmaktadırlar. Polisin plastik mermi kullanacağını anlayınca hemen dağılırla. İşte bizim çağdaş polisimiz henüz bu alanda çağdaşlaşamamıştır. EGM'nin tez bir biçimde ihale açıp, plastik mermi alması ve bu mermileri tüm çevik kuvvet ekiplerine, tüm merkezlere bilhassa da Güneydoğu, Doğu bölgelerine göndermesi gerekmektedir.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarına bakarsak (İHAM/AİHM); Güler Türkiye'ye karşı davasında (27,07,1998) çıkan kararda, ..."m.2 uyarınca bu tür şiddet gösterilerine karşı devletin güç kullanma yetkisi vardır," der. "Ancak çok güçlü silahlar kullanılmıştır" (jandarmanın gerçek mermilerle göstericiyi vurması iddiasını kastediyor). "Biber gazı, plastik mermi, su kullanılabilirdi." "Ve", diyor İHAM, "Güvenlik güçlerinde böyle bir malzeme olmaması (plastik mermi kastedilen) kabul edilebilir bir şey değil." Davada hükümetin iddiası farklı (jandarma havaya ateş açmıştı diyor), mahkeme haklıdır / haksızdır bilemeyeceğim ama İHAM her zamanki gibi Türkiye'ye karşı dava açan kişiyi haklı buluyor. Bu ayrı mesele. Ama bakın çağdaş güvenlik teçhizatı olan ve bu denlide etkili olan PLASTİK MERMİ'yi ülkemizde kullanmıyoruz. Sene 1998, sene şimdi olmuş 2005. 7 yıldır hala gerekli teçhizatı edinmemişiz.

Plastik mermi meselesi ufak bir detay değil, bu tarz gösterilerle mücadele etmenin ve gösterileri bastırabilmenin en önemli unsuru. Eğer bir devlet gösteri ve gösterileri bastırıp, bertaraf edemiyorsa, orada devletin etkinliği de kalmaz. Bakınız Fransa.

Bugün gene Diyarbakır'da binler pkk lehine slogan attı. Polisimiz müdahale etmek istemiyor, çünkü mevcut koşullarda gösterileri her zaman HIZLI bir biçimde bastıramıyor. Ama bir plastik mermi bütün meseleleri çözer. Hükümetin çok sevdiği İHAM/AİHM de bu yönde uyarmış bizi. Daha ne duruyoruz.


TEVFiK BiR / 13.Kasım.2005


18 Ekim 2005 Salı

Küresel Analiz




Küresel Analiz


Yıl 28 Haziran 1914. Avusturya veliahdı, bir Sırp’ın düzenlediği suikast sonucu öldürülür. Bu olay neticesinde bir çok ülke birbirlerine savaş ilan eder. Bu savaşın tetikleyicisi bu suikast olmakla birlikte, savaş ilanlarının, ölecek milyonlarca kişinin ve yıkılacak imparatorlukların nedeni bu suikast değildir. Olsa olsa yalnızca bir “bahane” olabilir. 19. yüzyılda genelde içe kapalı bir ekonomik model yürüten, başını İngiltere, Almanya ve Fransa’nın çektiği Avrupa devletleri, 20. yüzyıl ile birlikte iç gelişimlerini (bilhassa ekonomik, askeri, teknolojik alanlarda) tamamlamışlardır. Üretimlerinde yaşadıkları kapasite artışını karşılayacak “hammaddeye” (doğal kaynak, insan gücü…) ve ürünlerini ihraç edecekleri pazarlara gereksinim duymuşlardır. İşte bu ülkeler hammadde sorununa kaynak bulma ve ürünlerini pazarlayıp ihracatı artırma (para kazanma ya da sömürme de diyebiliriz) gereksinimlerinin yanıtını “Savaş”ta bulmuşlardır. Biraz daha güncel tabirler kullanacak olursam, “Emperyalist devletlerin kapitalist amaçları doğrultusunda yürüttükleri kanlı paylaşım savaşı”.

Bunca tarihi bilgiyi aktarmamın nedeni, 2001 yılından itibaren başlayan “örtülü 3. Dünya Savaşı”nın daha iyi anlaşılması içindi. Amerika’nın 11 Eylül tarihinde vurulması, 2001 sonrası dünya siyasi ve askeri konjonktürünün yeni bir düzlem içine girmesine neden olmuştur. Vurulan yerlerden biri olan Pentagon, askeri bir karargahtır. Vurulan yerlerden bir diğeri ise İkiz Kuleler olarak bilinen Ticaret Merkezleridir. İkiz kulelerin vurulmasının bence daha büyük bir anlamı var. Amerika ekonomik açıdan yıkılmak istenmiştir. Ya da Amerika’nın ekonomik üstünlüğü yıkılmak istenmiştir.

Bu saldırının hemen ardından “Çin”e ve “İran”a komşu olan Afganistan, ABD tarafından ele geçirilmiştir. Daha sonra ise “İran”a, “Türkiye”ye ve “Suriye”ye komşu olan “Irak” ele geçirilmiştir. Birinci dünya savaşında “suikast” bahane öne sürülmüşken, bu sefer ise “demokrasi yok” ve “kitle imha silahları var” bahaneleri öne sürülmüştür. Öne sürülen nedenler değişse de biliyoruz ki esas amaç bir asırdır değişmeden varlığını korumaktadır.

ABD şu an küresel bazda iki politika yürütmektedir. Birisi, büyük petrol rezervlerini, tatlı su kaynaklarını, uranyum gibi bor gibi kıymetli madenleri ve kutsal toprakları ülkesinde barındıran Suriye, İran ve Türkiye’nin ele geçirilmesi planıdır. Bu plan dahilinde ise bahane “İRAN’ın İsrail’e karşı tehdit oluşturabileceği, ülkede anti-demokratik uygulamaların bulunduğu ve nükleer silahların üretildiği’dir. Muhtemelen plan çerçevesinde fiilen ele geçirilmek istenecektir. SURİYE ise, “küresel terör örgütlerine destekte bulunmak ve ülkesinde anti-demokratik uygulamalara yer vermek” suçlamasıyla fiilen ele geçirilmek istenmektedir. TÜRKİYE ise acaba ele geçirilmiş midir? Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında da düşünürsek İran, Suriye ve Kuzey Kore şer eksenini oluşturmaktadırlar (Irak ele geçirildiğine göre artık tehdit algılamasına muhatap olmayacaktır).

Amerika’nın küresel bazdaki ikinci planı ise 2020’li ve 2030’lu yıllarda ABD’den bir çok alanda ileriye geçmesi düşünülen Çin’i askeri ve ekonomik alanlarda çevrelemek ve bu ilerlemeyi çeşitli yöntem ve projelerle kayıtlamaktır. Özellikle şu son 6 aydan beri Amerikan Araştırma Enstitülerinin Çin ve ABD öngörülerinde bulunmaları, ABD’nin bu konuya ne kadar önem verdiğini bize göstermektedir. Bölgesel bazda Çin, Rusya ve Hindistan’ın işbirliğine gitmesi ABD’yi süper güçlük sıfatından mahrum bırakacaktır. Bu üç ülkenin ekonomik, askeri ve uzay varlığı gücünü topladığımız zaman ABD ve müttefiklerinin ekonomik, askeri ve uzay varlığı gücünden fazla çıkmaktadır. Önümüzdeki 15-20 sene içerisinde de bu fark artık gözle görülebilir düzeye, herkesin bildiği bir düzeye erişecektir. Bu maksatla ABD’nin yalnızca kendisine güvenmesi, ittifaklarını eski müttefiklerle sürdürmesi, imkansız hale gelmiştir.

İşte kanaatimce burada devreye Büyük Ortadoğu Projesi ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi girmektedir. Fas’tan Pakistan’a kadar olan hattaki ülkelere tırnak içinde demokrasi, barış ve huzuru getirmek için ABD çılgınca bir atılım gerçekleştirecektir. Gerek işgaller gerekse de rengarenk devrimler ile bu projeler tamamlanacaktır.

Özetle ABD,

1-) Kendisine güçlü, büyük bir müttefik kazandırmak, bunun içinde Büyük İsrail’i yani Neo-İsrail’i kurmak isteyecektir. Toprakları İran, Suriye, Irak ve Türkiye’yi kapsayacak Neo-İsrail şimdiki İsrail ile kıyaslanamayacak türde, sayıda ve nitelikte büyük olacaktır. Belki de şuan ki ABD ile eş güçte bir devlet oluverecektir.

2-) Fas – Pakistan hattında ise, kendisi için gerektiğinde müttefik safta savaşacak hükümetler, iktidarlar ve milletler oluşturmak isteyecektir. Bu ise genellikle George Soros ve benzeri para babalarının yaratacakları sivil toplum örgütleri, basın-yayın gibi unsurlar sayesinde ve yapılacak renkli devrimler sayesinde olacaktır.

Haritayı önümüze açıp baktığımız zaman göreceğiz ki Türkiye’nin, Kıbrıs’ın ve Suriye’nin jeostratejik konumları bu saydığım planlar için birincil önemdedir. Ben Irak’tan sonra sıranın Suriye’de olacağını düşünmekteyim. Belki sonra sıra İran’a da gelir ama Türkiye ABD tarafından fiilen işgal edilebilir mi, şüphelerim var. ABD hem ekonomik hem de askeri açıdan çöker. Eğer ileriki tarihlerde Türkiye’ye ABD tarafından fiili operasyon yapılacaksa şu andan itibaren Türkiye’nin kesinlikle güçlenmemesi, büyümemesi, gelişmemesi gerekmektedir.

İkinci olasılığa göre, ABD Türkiye’yi fiilen işgal etmeyecektir ama kendisine şu anda olduğundan bin kat daha fazla bağlayacaktır. Şu anda olduğundan daha fazla, ülkemizi ve iktidarları “satın alacaktır”. Şu anda olduğundan fazla diyorum, çünkü şu anda da zaten kanaatimce ülke ABD’nin ve ABD uydularının güdümündedir.

Türkiye’nin elini kırmanın en güzel yöntemi, terörü hortlatmak ve yeni yeni terörler yaratmaktır. PKK terörünün beli kırılamamıştır ve kırılamamaktadır. Yalnızca askeri operasyonlarla bu tarz meseleler çözülmez, siyasi iradenin etkin kararları ve politikalarıyla bu meseleler çözülebilir. Böyle bir yapı beklenirken Başbakan “Kürt sorunu vardır” demektedir. Kürt kökenli bakanlar ise kendi bakanlıklarında “ırkçı” kadrolaşmalara gitmektedir. Bu konu ile ilgili biz, çözüm yerine durumun daha da çetrefilleştirildiğini görmekteyiz.

Türkiye’nin diğer elini kırmanın yolu ise, ekonomik açıdan onu bağlamakla olur. Kasım.2002’de 200 milyar $ olan kümülatif borç, bugün itibariyle 330 milyar $. Bu rakam ödenemez boyuttadır. Bakınız, Osmanlı borç alırken “halktan topladığı vergileri” kendisine dayanak göstermişti. Borçlar ödenemez, faizler ise zorlukla ödenir duruma gelince yabancı devletlerin adamları, banka patronları Duyun-u Umumiye idaresini kurdular. Bu idare devletten ayrı bir kolluk kuvveti oluşturdu. Önde yabancı alacaklı arkasında kendi kolluk gücü, devletin toplayacağı vergileri kendileri toplamaya ve devletin borcundan düşmeye başladılar. Ancak bunun sonucu Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı oldu. Günümüz Türkiye’sinde de gerek Dünya Bankası’ndan gerek IMF’den gerekse diğer kuruluşlardan borçlar “vergiler kaynak gösterilerek” alınmaktadır. Aradaki benzerliği kör gözler bile görüyor.

Devletin gelirleri; vergilerden ve devlet kuruluşlarının gelirlerinden oluşmaktadır pardon oluşmaktaydı. Şu an Telekom, Ereğli, Tüpraş, Limanlar… gibi isimlerini her gün bir çok kişinin ardı ardına ezbere sıraladığı “yüksek kâr getiren “kuruluşların büyük yüzdeleri satılmıştır. Bunun sonucu devletin gelirler kısmını oluşturan unsurlardan geriye “vergiler” kalmıştır. Gayrı Safi Ulusal Hasılamızın %55’ini borç faizine vermekteyiz. Sizce, bu ekonomik veriler ışığında hem borç faizlerimiz hem de borçlarımız ödenebilir mi? Benim bu konuda büyük şüphelerim var. Unutmayalım ki bu stratejik kuruluşlar da yine bu hükümet zamanında “Babalar Gibi..!” satılmıştır.

AB ile ilişkilerimizde artık “her söylenene evet” deme alışkanlığımızın Türkiye’nin uluslararası alanda nasıl bir prestij kaybına uğradığına burada bahsetmeme gerek yok. Uluslararası alanda sözü dinlenmeyen, yumruğunu masaya vuramayan ülkeler ise parmağın ucunda oynatılır. Diplomaside “Tilki kadar kurnaz, kurt kadar vahşi” olmak esastır. İşte bu hükümet zamanında (“bu hükümet” şu anda başımızda olduğu için “bu hükümet” deyip durmaktayım, yoksa AB ile ilişkiler çerçevesinde 2001 yılındaki uyum paketlerini çıkaranlar, idamı AB istedi diye kaldıranlar, yolsuzlukla mücadelenin sac ayağı olan 4422 sayılı yasanın içini boşaltanlar, Yüce Divan’da yargılananlar, bu hükümet değil tabi ki) AB ile ilişkiler “ver kurtul” düzlemine girmiştir.

Patrikhane ile ilgili gelişmeler ve AB’nin talepleri, AB’nin demokrasi ve özgürlük anlayışı bağlamında Güneydoğu’daki insanımızın rahat rahat pkk bayrağı açabilmesi, AB’nin hamiliğini yaptığı Osman Baydemir’in pkk’nın basın sözcüsü durumuna gelmesine rağmen İçişleri Bakanlığı’nın bu zatı görevinden almaması, Zanagiller grubu üyelerinin çalışmalarına izin verilmesi, Bülent Arınç’ın mecliste onurlarına “yemek” vermesi, Kıbrıs ile ilgili “ek protokolün imzalanması” ve her gün mail grubunda saydığım Irak’ta Kürtlerin bir Kürt devleti kuracak olmaları, bu isteğin benzerinin ileriki dönemde sözde aydınların ve boyalı medyanın onayıyla Türkiye’de de talep edilecek olması, sözde Ermeni soykırımı ve sözde aydınların tutumu vesaire vesaire… bin bir türlü melanet başımızdadır.

Özetle, bir yanda AB, bir yanda ABD kıskacındaki ülkemizin geri dönülmesi imkânsız olumsuzlukları yaşaması Atatürkçü, Vatansever, Atatürk milliyetçisi (güncel tabirle ulusalcı), anayasal ilkeler ve hukuk çerçevesinde düşünen, Hakka inanan insanların Kuvayi Milliye adıyla çalışmaya başlamalarına ve birleşmelerine yol açmıştır. Çünkü artık günümüzde sağ sol anlayışı yoktur. Ulusal - ulusal olmayan, milli – gayrı-milli anlayışı mevcuttur. Artık en sağından en soluna kadar bu saydığım Kuvayi Milliye ruhunu hisseden herkes bir olmaya başlamıştır.

Hulki Cevizoğlu’ndan Sinan Aygün’üne, Vural Savaş’ından Mümtaz Soysal’ına, Sadettin Tantan’ından Yaşar Nuri Öztürk’üne, Ümit Özdağ’ından Arslan Bulut’una, Rauf Denktaş’ından Erol Manisalı’sına, Oktay Sinanoğlu’ndan Hasan Ünal’ına, Yeniçağ Gazetesi’nden Cumhuriyet Gazetesi’ne, Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği’ne, Atatürkçü Düşünce Derneği’nden Türk Ocağı’na kadar adını ve unvanını burada yazamayacağım bir çok isim artık Kuvayi Milliye ruhuyla harekete geçmiştir. Bu Kuvayi Milliyeci güçler kimi zaman ortak hareket etmeye, tek vücut olmaya başlamışlardır.

Yalnız bu seferki Kuvayi Milliye biraz farklıdır. Silahla topla tüfekle değil, bilgi vererek yazılar yazarak, konuşarak tartışarak, boyalı medyanın ve Avrupa’nın manevi ajanlarının yürüttüğü bilgi kirliliği faaliyetine karşı milletimizi her ortamda her türlü araçla “doğru bilgilendirerek, bilinçlendirerek” yürütülecektir günümüzün Kuvayi Milliye faaliyeti. Milletimize gerçekleri anlatmak ve milletimizi bilinçlendirmek, kötülükler karşısında tek vücut olabilmek yukarıda anlattığım melanetlere karşı bizim ve Vatanımızın en büyük kalkanı en büyük silahı olacaktır.

Bu Vatan, Bu Millet, Bu Ülke;
Tektir, onun adı Türkiye..!


TEVFiK BiR / 18.Ekim.2005


28 Temmuz 2005 Perşembe

Büyük Analiz



Büyük Analiz

Türkiye eğer dirayetli bir hükümete kavuşursa, büyük devlet olma vasfına güçlü ve tam bağımsızlık vasfını da ekleyecektir.




Türkiye şu an 4 tarafından kuşatılmış bir durumdadır. İç ve dış düşmanlar Türkiye’ye karşı zımni bir anlaşmaya gitmişlerdir. Dış düşmanlara karşı içte tam birlik ve beraberlik ile mücadele edilmesi gerekirken, içte bile tam bir anlaşma olduğu söylenemez. Türkiye’yi tehdit eden iç unsurlar “yolsuzluk ekonomisi”, “terörizm”, “dinde yozlaşma ve tarikatçılık”, “milli benliğin ve kültürün yitirilmesi”dir.


Yolsuzlukla Mücadele

Yolsuzluk ekonomisi Türkiye’nin kangren kısmını oluşturan ve tarihin taşıyıcılığı dolayısıyla Osmanlı’dan bizlere miras kalmış olan bir olgudur. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte başlayan “aydınlanma çağı” dolayısıyla bu tarz “milleti sömüren ve sessiz kaos yaşatan” çıkarsal davranışların bitirilmesi gerekmektedir. Yolsuzluk, her yurttaşta bulunması gereken vatan sevgisini, toplumun refahının önceliğini ve bireysel ahlakı çökerten ve bunu genele yayan bir olgudur.

Yolsuzluk ekonomisi var oldukça yolsuzlukla mücadele de var olmak zorundadır. Ancak yolsuzlukla mücadeleyi gerçekleştirecek ekibin ve ekip önderinin vasfı; yolsuzlukla mücadelenin çeşidi ve bu mücadeleyi destekleyecek yasaların yolsuzluğu önleyebilme kapasitesi bu mücadelenin sac ayaklarını oluşturmaktadır.

Türkiye’de geçmiş yıllarda dipten tepeye kadar her kademede birbirini koruyan yolsuzluk şebekeleri mevcuttu. Bu kişiler kendi aralarında o kadar sağlam ilişkiler içerisindeydiler ki, açık vermeleri bile neredeyse imkansızdı. Ne yazık ki bu kişileri destekleyen devlet kademesinde de üst düzey bürokratlar ve hükümet yetkilileri mevcuttu. Bu kişilerle ilgili operasyonlarda bulunmak koltuktan olmak demekti. Buna ilaveten bu tarz operasyonlara ve soruşturmalara karşı yolsuzluk ekonomisi patronlarının tuttukları milyon dolarlık avukatlar da en büyük sorunu oluşturmaktaydı. Ama her halükarda milyon dolarlık avukatlar bile ülkeyi derinden soyan soyguncuları savunamamıştır.

4422 sayılı yasa ve yetişmiş bir kadro ile zamanın içişleri bakanı Sadettin TANTAN (Yurt Partisi Genel Başkanı) ve Kurm. Albay Aziz ERGEN önderliğinde o zamana kadar sümen altı edilmiş dosyalar raflardan çıkarılmış, büyük operasyonlar başlamış, büyük yolsuzluklar ifşa edilmiştir. İnsanın, gördüğü zaman karşısında ceket iliklediği kişilerin milyarlarca dolar para hortumladıkları, 5 yıldızlı hoteller yaptırdıkları ve yurt dışına para çıkardıkları tespit edilmiştir. Holding patronlarının gerçekte ülkeyi ekonomik olarak adım adım çökerttikleri açığa çıkarılmıştır. Sırf ülkemizin gelişimini ve büyümesini engellemek için bazı Türkiye karşıtı çevreler (bu çevreler çoğunluk olarak yurt dışından idareyi yapmakta ve etnik grupları bu konuda teşvik etmekte ve örgütlemektedir) bu organizasyonu gerçekleştirmişlerdir. Balina, paraşüt ve beyaz enerji… gibi halâ ismi hafızamızdan silinmemiş operasyonlar gerçekleştirilmiştir. Ancak bu gidişata birileri “dur” demiştir.

Dönemin başbakan yardımcısı Mesut YILMAZ (eski ANAP Genel Başkanı), Sadettin TANTAN’ı bu başarılı gidişata rağmen görevinden almış ve Gümrük Bakanlığı’na getirmiştir. Tantan ise bu durumu gururuna yedirememiş ve istifa etmiştir. Tantan cezalandırılmıştır ancak bir Jandarma Genel Komutanı yıllar sonra ilk kez, Kara Kuvvetleri Komutanı yapılmıştır. Daha sonra Tantan’ın başına gelenler (önce yolsuzlukla mücadele ekibi önderini kaybetmiştir), 4422 sayılı yasanın başına gelecektir. Mücadeleyi destekleyecek ve güçlendirecek yasanın içi boşaltılmıştır. Bu yasa ise 57. hükümet zamanındaki DSP, MHP, ANAP, FP…’ye ait milletvekillerinin oylarıyla içi boşaltılmıştır.

Ardından yolsuzlukla mücadele ekibi de aynı önderi ve yasası gibi dağıtılmıştır. Bir örnek verirsem, Başbakan Erdoğan’ın dünürü ve İBB’den dostu Albayrak’ların sahip olduğu holdingin yaptığı usulsüzlükleri Adil Serdar SAÇAN (emniyet mensubu) açığa çıkarmış ve savcılıkla ortak gerekli operasyonları yapmıştır. Ancak Serdar SAÇAN çeşitli tutarsız nedenler dolayısıyla 5 kere meslekten çıkarma cezası almıştır. İşin hayret verici kısmı bunlara karşı iptal davası açan ve kararların haksız olduğunu iddia eden SAÇAN aldığı cezaların dördünde kendisine haksızlık yapıldığı anlaşılmış ve kararlar iptal edilmiştir. Son bir davası ise devam etmektedir.

Yolsuzlukla mücadele ekibinde yer alan Gümrükler Başmüfettişi Necati CAN (Yurt Partisi Genel Başkan Yardımcısı), kaçak et operasyonlarından, deli danaya, silah kaçakçılığından, uyuşturucu kaçakçılığına kadar her yere el atmış; yolsuzlukları hallaç pamuğu gibi ortaya çıkarmıştır. Ancak şu anki vasfı yalnızca Gümrükler ESKİ Başmüfettişi olmuştur.

4422 sayılı yasa ise Yeni Türk Ceza Kanunu dolayısıyla tümüyle yürürlükten kalkmıştır.

Sonuç olarak 320 milyar $ kümülatif borcu olan bir ülkeyiz. Bunun tam üçte biri yani 80-100 milyar $’ı ise YOLSUZLUK EKONOMİSİNE maruz kalmış yani HORTUMLANMIŞ bir ülkeyiz. Şu an ekonomik nedenlerden ötürü tam bağımsız değilsek ve ekonomiyi düzeltmek için (!) IMF’den, DB’den, AB’den borç alıyorsak bilinmelidir ki bunların üçte biri banka hortumcularının cebine gitmektedir. Bu, ülkeye yapılacak en büyük hainliktir. Bir ekonomi sağlam olabilmelidir ki dış politikada, iç politikada dirayetli olunabilsin. Yoksa sana borç veren bir ülke senin içişlerine de karışır, uluslararası ilişkilerde sözü dinlenmez ülke durumuna düşülür, içte yoksulluktan bir ulus kırılır, kimse vergisini ödemez – devlet gelir elde edemez – giderler için vergi yerine dışarıdan borç alınır durumuna gelinir ki bu bir “sona” doğru giden kısır döngüdür. Ancak halkımız bu duruma gözünü kapamış durumdadır. Bu, ülkemizi tehdit eden iç unsurların başında gelmektedir. Dürüst ve maddi çıkar peşinde koşmayan bir iktidar ve bürokrat ordusu bu sorunu ortadan kaldırmak için yeterlidir. Bu yetişmiş ve dürüst görevlilerin halk tabanında meşru kılınması önem arz eder. Her ne kadar 4422 sayılı yasa yürürlükten kaldırılmışsa da 1 Ocak 2004 tarihinde yürürlüğe girmiş olan Türkiye Yolsuzluğa Karşı Özel Hukuk Sözleşmesi ve GRECO’nun standartları ışığında yeni bir yasa hazırlanabilir.

Yolsuzluklara karşı girişen bir İçişleri Bakanı, (Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’in bizzat eğittiği) dürüst ve cesur bir ekip ve içi dolu bir 4422. ŞU AN BUNLARDAN HİÇBİRİSİ YOK…!


Terörle Mücadele

Türk halkı terörle mücadele konusunda büyük yaralar almış ve yıllarca gündemini bu konuya ayırmış bir ülkedir. Ne tesadüftür ki (!) bu terörü ilk kez, bizim şu sınır kapısını açmaya çalıştığımız ve Trabzon Limanı’nı şu aralar gemilerine açmaya çalıştığımız Ermenilerin ASALA terör örgütü uygulamıştır. Diplomatlarımızı tek tek avlayan ASALA’ ya şu anki AB devletleri seslerini çıkarmamışlar, ve hatta “bana dokunmayana yılan bin yaşasın” sözünü referans alarak ASALA’yı desteklemişlerdir. Devletimiz ne zaman ki ASALA’YI bitirmeye karar vermiş ve icraata geçmiştir, bu terör örgütü de tarihin derinliklerinde yerini almıştır. Ancak Ermenileri kullanarak Türkiye’de istikrarı bozmak isteyenler kendilerine yeni bir maşa bulmuşlardır, Kürtler.

ASALA terörünün bitmesiyle beraber 1978 yılında PKK (Partiya Karkeren Kürdistan – Kürdistan İşçi Partisi) adıyla Kürtçü bir terör örgütü kurulmuştur. İlk eylemlerini 1984’lü yıllarda başlatan PKK, o zamanlar yalnızca öldürme ve bombalama yollarıyla istikrarı bozmaya ve Türkiye’nin bütçesini savunma ve silahlandırmaya ayırarak fakirleşmeye gitmesini sağlamaya çalışmıştır. Türkiye terörle mücadele edebilmek için yılda 20 milyar doları gözden çıkarmak zorunda kalmıştır. Ancak PKK amacında muvaffak olamamıştır. Yıllardan 1999 olmuş, Kürdistan kurulamamış, örgütün önderi Abdullah ÖCALAN yakalanmış, yapılan saldırılarda Kürtlerin de ölmesi ve Güneydoğu’da yaşayan halkın göç etmek zorunda kalması dolayısıyla halk tabanında da meşruiyet büyük ölçüde yitirilmiştir.

Örgüt amaç ve stratejilerinde değişikliğe gitmiştir. İlk yapılan icraatlar
1.     Örgütün isim değiştirmesi ve yeni bir vizyona kavuşmaya çalışması,
2.     Örgüt önderlerinin silahlı mücadelenin önderliğinden (güya) ayrılması ve azınlık hakları savunuculuğuna savunması ve Avrupa nezdinde prestij kazanması,
3.     Yapılan bombalı ve silahlı saldırılarda azaltmaya gitmek ve terör örgütü sıfatından sıyrılıp siyasal parti ve örgütlenme yoluyla demokrasi, insan hakları ve barış gibi sözcükleri amaçlarına alet ederek demokratik talep havariliğine soyunmak.

Ancak terör örgütü bu yolları kullanarak başarı kazanmış gözüküyor. İngiltere’de, ABD’de ve diğer Avrupa devletlerinde terörü simgeleyen her türlü aracın kullanılması, terörü simgeleyen renklerin takılması ve terör örgütü önderlerine sevgide bulunulması yasakken; şu an Türkiye’nin dört bir tarafında sarı kırmızı yeşil eşarplar ve atkılar takarak dolaşan ve miting düzenleyen insanlar, terör örgütü önderi Öcalan’ın fotoğraflarını taşıyan ve posterlerini açan ve yaşasın Öcalan (Biji Öcalan) diyerek slogan atanlar ve PKK’nın bayrağını açan binlerce insan varken, neredeyse hiç biri hakkında soruşturma ya da herhangi bir yasal işlem yapılmamaktadır. 1 Mayıs araç edilerek Diyarbakır’da toplanan 100.000 aşkın insanın bu biçimde davranmalarına ise artık göz yumulmaktadır. Halbuki bu tarz isyanları ve terör faaliyetlerini Fransa, İspanya, İtalya ve İngiltere en sert yollarla bastırmaktadır. Şüpheli görülenler tren istasyonlarında hunharca vurulmaktadır. Türkiye’de ise terör örgütünün militanlarının cesetleri belediyenin özel cenaze araçlarıyla taşınmakta ve geniş çaplı cenaze törenleri düzenlenmekte, PKK bayrakları açılmaktadır. Ancak artık bu tarz terör faaliyetleri Türkiye’de “doğal” karşılanmaktadır.

PKK yöntem değiştirmiş ve faaliyetlerini halkımıza normalmiş gibi göstermeyi başarmıştır. Mersin’de bayrak yakanlara karşı demokratik hakkını kullanıp miting düzenleyenleri bile, kendini aydın olarak tanımlayan kimi bölücü destekçileri “Faşistlikle” suçlamıştır. Bu amacını elde eden PKK, tekrar ölümlü terör faaliyetlerine başlamıştır. Şu günlerde neredeyse her gün 3-4 askerimiz şehit edilmekte, 4-5 askerimiz ise yaralanarak sakat kalmaktadır. Belediye Başkanları kaçırılmaktadır.

AB ise terör örgütü eski (!) önderlerine kucak açmakta, onlara plaketler vermektedir. Leyla ZANA ve arkadaşlarının Avrupa Parlamentosu’nda aldığı plaketler unutulmamalıdır. Bu plaketler yaptıkları çalışmalarında aldıkları başarılar sonucu verilmiştir. Peki bu başarılar nedir? Kürt’ü azdırıp Türk’ü ezdirmek.

PKK terör örgütüne karşı ise Kuzey Irak da operasyon düzenlenmeyeceği ise artık oldukça açıktır. Yurt içinde hem askeri hem de siyasi arena da savaşan PKK, ABD ve AB devletlerinden tam destek almaktadır.

PKK tek sorunumuz değildir. DHKP-C adındaki Avrupa denetimindeki terör örgütü ise faaliyetlerine devam etmektedir. Birkaç yıl önce Hacı Sabancı’yı ve ToyotaSA Genel Müdürü’nü öldüren DHKP-C, birkaç hafta önce de Adalet Bakanı’nı öldürmeye çalışmış ve son demlerde bertaraf edilebilmiştir. Türkiye’nin en büyük ve prestijli holdinginin bir ortağını ve ToyotaSA’nın Türkiye Genel Müdürü’nü DHKP-C adına öldüren Fehriye ERDAL ise Türkiye’ye iade edilmemiştir. AB’nin başkenti Belçika, ilk olarak Türkiye’de idam cezası olduğunu ileri sürerek Fehriye adlı teröristi iade etmemiştir. Türkiye Cumhuriyet’imizin idam cezasını kaldırmasıyla tekrar Fehriye adlı teröristin iadesi gündeme gelmiştir ancak Belçika teröre tam destek politikasını sürdürmeye devam etmiştir. Şimdi ise Belçika “Fehriye ERDAL’IN gerçekleştirdiği saldırılarda tam otomatik silah kullanmadığını, yarı otomatik silah kullandığını; halbuki terörist saldırıların yalnızca tam otomatik silahlar ile gerçekleştirilebileceğini; bu nedenle Fehriye ERDAL’IN terörist olmadığını” ileri sürebilmiştir. Bir terör örgütü kurulsa ve bu örgüt yalnızca yarı otomatik silahlarla Belçikalı Bakanları ve bürokratları öldürse; acaba bu terör olur mu olmaz mı? Tabi ki olur. Terörün tanımı kullandığı silahlarda değil; yapısında, amacındadır.

Bu örgütlere ilaveten Türkiye’de 15-20 Kasım saldırılarının taşeronluğunu da üstlenen İBDA-C adlı dinci(!) terör örgütü vardır. Bu örgütün önderliğini halâ cezaevinde sürdüren Salih MİRZABEYOĞLU’dur. Bu isim ve Soyisim onun gerçek ismi değildir. Mirza Bey, gerçekte Said-i Nursi’nin babasıdır. Mirza Bey oğlu demek, ben Said_i Nursi’yim, onun vasiyetini yani Şeriatçı ve Kürtçü Halife Devletini kuracağım, yerine getireceğim demektir. Bu örgütün üstüne sanırım, Nurcu olduğu için pek gidilmemektedir.

Ülkemizdeki terör örgütleri listesinin başlarında bir de Hizbullah adında sapık ve sadist bir örgüt de yer almaktadır. Sadettin TANTAN’ın ve Gaffar OKKAN’ın önderliğinde ve eşgüdümünde ve hatta bizzat operasyon planlarını hazırlamalarıyla örgüt çökertilme haddine gelmiştir. Örgütün tam olarak ne iş yaptığı bilinemezken, ardı ardına açılan ev mezarlar ve aydın dindar Konca Kuriş’in öldürüldüğünün anlaşılması gerçekleri ifşa etmiştir. Ancak bu olaylardan sonra Gaffar OKKAN’ın (Diyarbakır İl Emniyet Müdürü) şehit edilmesi Türkiye’de kim güçlü sorusunu dile getirmiştir. Türk tarihinde bu kadar cesur ve başarılı bir devlet adamının, hem de derin değil herkes tarafından bilinen ve emniyet müdürü olan bir kişinin bir terör örgütü tarafından oldukça planlı bir şekilde öldürülebilmesi, bir çok soruyu akıllara getirmiştir. Bu hazin vakıayı konu alan bir film bile çekilmiş (Deli Yürek – Bumerang Cehennemi) ancak bu saldırının arkasındaki “ÜLKE” anlaşılamamıştır.

Terör örgütlerinin (neredeyse) sayılamayacak kadar çok olduğu ve oldukça da güçlü oldukları bir ülkedir Türkiye. Bu terör örgütlerine AB devletlerinin ve ABD’nin yardım ettiği bu kadar açıkken, neden halâ AB’ye girilmek istenmektedir; neden ABD’ye karşın Kuzey Irak’a harekât düzenlenememektedir, anlaşılamaz. Teröre (kümülatif bazda) 50.000’i aşkın kayıp veren ve 250 milyar dolardan fazla para dökmüş bir ülkeyiz. Kümülatif borcumuz ise 320 milyar dolar. Yani teröre karşı harcanan paralar harcanmasa biriktirilse ve şu an kasadan çıkarılsa, tüm borcumuz ödenebilirdi. Terörü desteklemek – teröre karşı kullanması için Türkiye’ye silah satmak – bu paraların yarattığı açıklar için borç vermek ve Türkiye’yi borçlu konuma sokmak – alacaklı sıfatıyla her istenileni yaptırmak. Uluslararası camiada Türkiye’ye karşı girişilen derin plan böyledir.

Buna karşı ise dirayetli, cesur, dürüst ve tam bağımsız, ülke çıkarlarını gözetebilecek bir hükümet, aynı vasıflara sahip ve başarılı bir İçişleri Bakanı ve halkın tam desteği (ki zaten şu an bile bu var) terörü bitirmeye kafidir.

Hizbullah’a karşı mücadele etmiş şehit Gaffar OKKAN, PKK’ya karşı mücadele vermiş şehit Eşref BİTLİS, tam bağımsız ve AB’ye hayır diyebilecek bir hükümet ve içi dolu bir Terörle Mücadele Kanunu. ŞU AN BUNLARDAN HİÇBİRİSİ YOK…!


Dinde Yozlaşma ve Tarikatçılık ile Mücadele

Türkiye Cumhuriyet’i kurulurken asli unsurun belirlenmesinde ve azınlıkların tespitindeki yöntem dikkat çekicidir. Gayrimüslim halk azınlık olarak tanımlanmış (Lozan Antlaşmasıyla), Müslüman halk ise kurucu unsur olarak belirlenmiştir. Yani devletimiz için kuruluştan itibaren “İslamiyet” oldukça önem arz etmektedir.

İslamiyet’in Hıristiyanlık ve Yahudilik’ten en önemli farkı, Allah ile kul arasına kimsenin girememesi ve günah sevabın din adamları tarafından değil, Allah tarafından belirlenmesidir. Ancak bu kuralın Osmanlı’nın son yıllarında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında unutulduğu anlaşılıyor. Kendisini mehdi, şeyh…vb sıfatlarla niteleyenlerin, kendi kişisel ve maddi çıkarları için dini duyguları sömürdükleri anlaşılıyor. Tarikat şeyhleri ve arkasından sürüklenen müritler, şakirtler dinin başına en büyük bela haline gelmişledir. Fetva adıyla ya da yazdıkları sapkın kitaplarla İslamiyet’e büyük zararlar vermişler, hurafeleri tekrar hortlatmışlardır.

Tekke, tarikat, dergah gibi oluşumlar cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte yasaklanmış, kapatılmışlardır. Ancak ne tarikat hocaları ne de müritler bu yapılardan vazgeçmemişlerdir. Bugün bile ülkemizde varlığını tüm etkisiyle gösteren ve dış ülkelerin çıkarlarını sağlamak adına onların kontrolünde olan birçok tarikattan söz edilebilir. Bunlardan bir numaralısı ve mevcut iktidarla çok sıkı ilişkiler içinde bulunan Nurcu çizgide yer alan Fetullah GÜLEN (Fethullah Hoca) cemaatidir. Nur cemaatinin 16 kolundan biri ve içlerindeki en güçlüsüdür. Ülkedeki neredeyse tüm okullarda, tüm dershanelerde, tüm kurumlarda ve partilerde çok gizli örgütlenmeleri vardır. Birincil hedefleri eğitim fakülteleri vasıtasıyla tüm okul çağındaki çocuklarımızı; kamu yönetimi vasıtasıyla tüm mülki idareleri yani kaymakamlık ve valilik kurumlarını; hukuk fakülteleri vasıtasıyla tüm adli ve idari mahkemeleri; polis kolejleri ve akademileri vasıtasıyla da tüm emniyet teşkilatını kontrol altına almak ve nihayetinde de üniter cumhuriyet rejimini yıkıp başka bir devlete dönüştürmektir.

Nakşibendi tarikatı da Gülen tarikatına çok yakın dururlar ancak, Gülen tarikatından daha çok Kürtçüdürler. Ancak bu iki tarikatın da ABD’nin denetiminde olduğunu söylemek pek de bilinmeyen bir şey değil. Fetullah GÜLEN ABD’de FBI korumalarının dahilinde yaşamaktadır. Fetullahçı müritlerle Amerikalı şirketler arasında organik ve inorganik bir çok ilişki mevcuttur. Türkiye’de kendine muhalif TKP’yi denetimi altında tutan ABD, Kürtleri de PKK vasıtasıyla kontrol altına almıştır. Ancak kendisini bunların dışında muhafazakar ve dindar gören kesimi de bu tarikatlar vasıtasıyla kontrol etmektedir. Sonuç olarak ABD her kesimi kontrol etmeyi başarmıştır. Bu yolla da Türkiye kontrol edilmek istenmektedir.

Türkiye de bu konulara ilave bir laiklik sorunu da mevcuttur. Bunun sebebini ise tek tarafta aramak yanlıştır. İslamı, siyasi ve ekonomik çıkarları için kullanan Erbakan ve ekibinin kurduğu partiler / örgütler rejime karşı faaliyetlerini alenileştirdikleri için laiklik duvarına çarpmışlardır. Dini ögeleri birer siyasi simge haline getirmişler ve halkımızın “İslamiyet”e uzak durmasına ve adeta İslamiyet’i çağdışı bir din / görüş / felsefe olarak görmesine neden olmuşlardır. Bu ise hem çok “günah” hem de din adına yapılan en büyük ihanettir. Bunun yüzünden şu an namaz kıldığını söyleyen insanlara gerici, çağdışı ya da yobaz gözüyle bakılmaktadır. Allah’ın emirlerini uygulayan kişilerin övülmesi ve onlardan ibret alınması gerekirken; halk nezdinde küçük görülmektedirler.

Buna ilaveten insanlarımızın Erbakan ve tarikatçı diğer yapıların ağına düşmesine neden olan unsur, laikliğin dinsizlik ve din düşmanı bir ideoloji olarak lanse edilmesidir. Yıllarca kendisinin en büyük laiklik savunucusu olduğunu söyleyen ve Atatürk’ü ağzından düşürmeyen kimseler; İslamiyet’i de geri bir ideoloji, başı bağlamayı çağdışı bir uygulama, namazı ise gereksiz bir davranışlar kalıbı olarak görmüşler ve bu görüşlerini dillendirmişlerdir. Bir tarafta laik olduğunu söyleyen ama laikliği din düşmanlığı gibi gören ve gösteren bir tabaka; diğer tarafta ise rejim ve Atatürk düşmanı, dini kullanan bir tabaka (örnek kişi Merve Kavakçı).

Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’ye çevirisindeki en büyük ve en başarılı hoca Elmalılı Hamdi Yazır, bu meali Atatürk’ün isteği üzerine ve devletin parasıyla yapmıştır. Atatürk çoğu sözünde İslamiyet’i övmekte, dinsizliği en büyük tehlike olarak görmektedir. Hem müslüman hem laik olunmaz denir ama, bu sözün aksine “hem müslüman hem Atatürkçü hem de laik” olunur… Yeter ki biz dinimizi anne babadan, hacıdan hocadan önce Allah’ın kelamı olan Kuran’dan öğrenelim. Kuran okuyup, dinimizi çeşitli kaynaklardan araştıralım, dinimizi sorgulayalım. Çünkü İslam dini sorgulanabilir bir dindir, diğer dinler gibi tezatlıklar ya da zıtlıklar barındırmaz. Bu yolla dinini gerçekten bilen insanımız, ne tarikatların tuzağına düşer, ne dininin yozlaşmasına izin verir, ne de misyonerlerin yemi olur.


Milli Benliğin ve Kültürün Yitirilmesi ile Mücadele

Son 10-15 yıldır milli benliğimizi ve kültürümüzü yitirmiş, yozlaştırmış bulunuyoruz. Müslüman olup boynuna “haç” kolye takanlardan, göğsünde ABD bayrağı bulunan tişört giyenlere kadar milli kimliğimizi yitirmiş durumdayız. Küreselleşen dünyaya baktığımız zaman, dünyanın hiçbir ülkesinde Türk bayraklı bir tişört ya da daha doğrusu kendi ülkesinden başka bir ülkenin bayrağını taşıyan tişört giyildiği görülmemiştir. Bu ancak geri bıraktırılmış ve bunu içine sindirememiş, daha büyük olmak isteyen ve özenti toplumlarda görülebilir. Mısır’da ya da Tunus’ta, Türkiye’de ya da Bosna Hersek de ABD bayraklı tişört giyenler mevcutken; Almanya’da böyle bir durum yok. Müzikte evrenselliğinin söz konusu olduğunu biliyoruz ancak, Türk Sanat Müziği’ni bilmeyen ve dinlemeyen, Türk Popüler Müziği’ni özenti bulan ancak özenti bir biçimde yabancı pop, hip hop, metal, rock dinleyen bir gençliğe sahip bulunuyoruz. Bu günlerin gençliği ise yarınların büyükleri olacak. Yabancı futbolcuları takımlarıyla tek tek sayan gençlerimiz, ressam ve şairlerimizden 5’er örnek ver dediğimiz zaman yanıt veremiyor. Kültür kelimesini Ziya Gökalp “Hars” olarak isimlendirmiş; yeni Türkçeleştirme çalışmalarında ise “Ekin” olarak Türkçeleştirilmiştir. 3 tane ayrı adlandırması olan bir sözcük söz konusu ama değerini bilen yok.

Şu yıllarda ise gündemde, ders kitaplarında tarihi zaferlerimizin anlatılmasının azaltılması ve diğer ülkelerle yapılan savaşlarımızın dostluk esintileriyle anlatılmasıdır (Yunanlıların, Avrupalıların). Halbuki Yunan tarih kitaplarının neredeyse her sayfasında Türkler düşman, çağdışı ve barbar olarak gösterilmektedir. Ermeni ulusal marşında ise “Türklerin kanını dökeceğiz, Ermeni topraklarını (Ardahan, Kars, Erzurum…) geri alacağız” nakaratları mevcuttur. Bunlardan bihaber ancak bilgisayar oyunlarının bin bir türlüsünden haberdar bir gençliğe sahibiz. Gençliğimize gerçekleri ve tarihlerini, ulusal kültürlerini anlatmak ise biz büyüklerin ve okullardaki hocalarının görevi. Ancak bunu destekleyecek kitaplar ve uygulamalar da olmalı. Toplumumuz, bu toplumun nasıl ayakta durduğunu ve ortak değerlerini, Türklüğü ve dinini iyi bilmelidir ki, en büyük sorunlar bile kolayca aşılsın, toplumun birbirine olan sevgi ve saygısı genele yayılsın, beyin göçü engellenebilsin.


TEVFiK BiR / 28.Temmuz.2005



24 Haziran 2005 Cuma

Uluslararası Ceza Mahkemesi



Uluslararası Ceza Mahkemesi


Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) bugünlerde gündeme geliyor. Ben de biraz bu mahkemeyi ve ABD ile ilişkisini anlatmak istiyorum. Dudak uçuklatıcı bilgiler.

UCM 2002’de yürürlüğe girdi. (Bu demektir ki mahkeme bu tarihten sonra yaşanacak suçları yargılayabilir) Yargıçları ise Mart 2003’de çalışmaya başladı.

Bu mahkeme İHAM gibi devletleri değil, kişileri yargılıyor.

Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle ortak bir gelecek ve ortak bir birlik, amaçları arasında. (BOP’u anımsatıcı bir tanım) Yargı yetkisine 4 tür suç giriyor.
1.     Soykırım Suçu
2.     İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar
3.     Savaş Suçları
4.     Saldırı Suçu

1.     Soykırım Suçu : 1948 tarihli “Soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılması sözleşmesi”ni aynen kabul etmiş tanım itibariyle. Ulusal, etnik, dini ya da ırki grubun tamamen ya da kısmen yok edilmesi gerekiyor. Yani amaç yok etme olmalı, tamamen yada kısmen olmalı.

2.     İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar : Sivil halka yönelmiş olması, Yaygın veya Sistematik olması gerekiyor. (PKK teröristlerinin Türk vatandaşlarına yönelik Yaygın ve Sistematik saldırıları bu suç kapsamında).

3.     Savaş Suçları : Bir planın veya politikanın parçası olmalı veya böyle bir plan-politika olmasa da bu tip suçların büyük çapta işlenmesinin parçası olmalı.

4.     SALDIRI SUÇU : Tüzükte tanımlanmamış. Bu yargı yetkisi tüzüğün yürürlüğe girmesinden 7 yıl sonra mahkemenin saldırı suçu bakımından yargı yetkisini belirleyen bir hüküm kabul edilerek yürürlüğe girmesiyle başlayacak. ( Yani 2009 yılında tanımlanacak bir tanım ve bu tarihten sonra ki suçlar için bir tanım söz konusu. Bu madde ABD’nin BOP planının esas noktalarını hangi yıllar içinde tamamlayacağını, hangi yıllarda büyük savaşlar olacağını tanımlar). Ancak ABD bu Roma Tüzüğü’ne taraf değil. Ama uluslararası camianın baskılarıyla 2009’dan önce taraf olur belki deniyor. (Ancak mahkeme taraf olamayan devbletlerin vatandaşlarını da yargılayabiliyor)

Bu listede Terör Suçu yok (Türkiye devleti, terör suçlarının listeye konulması için çok uğraştı ama başarılı olamadı).

Bu tüzüğe 100 ülke taraf. 7 ülke aleyhe oy kullandı (ABD), Türkiye çekimser oy kullandı.

ÖNEMLİ : Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) ilk olarak Temmuz 2002 de kabul ettiği bir kararla BM tarafından oluşturulan veya izin verilen harekâtlar için, bu operasyonlarda yer alan ve Ceza Mahkemesi tüzüğüne taraf olmayan devletlerin vatandaşlarının yargılanabilmelerini, 12 ay süreyle ileri attı. (yani bu sürede işlenen suçlar için yargılanamazlık getirildi).

Haziran 2003 te karar bir kez daha 12 ay süreyle uzatıldı ( buna Almanya, Fransa, Suriye çekimser oy kullandı) Haziran 2004 de bir karar alınacakken , geri çekiliyor (Irak’ta işlenen işkencelerden ötürü)

Ancak ABD öyle bir sistem getirdi ki, kimse kendisinin askerinden şikayetçi olamıyor ve de yargılatamıyor. Bu da şöyle oldu. X, Y’den şikayetçi; X ile Y anlaşırsa, Y UCM’ye gitmiyor. ABD kendisinin yargılanmasına olanak tanımayacak bu ikili anlaşmaları 82 ülkeyle yaptı. Bunlar cezasızlık anlaşmaları diye biliniyor. Bırakın failin UCM’ye gitmesini yargılanmıyor bile. 2’li anlaşmayı imzalamayan devletin “askeri yardımı kesiliyor”.

ABD Kongresi kararı (özet): “UCM İLE İLGİLİ HER TÜRLÜ İŞBİRLİĞİ YASAKLANMIŞTIR. (AĞUSTOS 2002). EĞER MEVZU BAHİS DEVLET 2’Lİ ANLAŞMAYA TARAF DEĞİLSE, ASKERİ YARDIMI KESİLİR”

Mahkemenin önünde şu an iki dava söz konusu. 1i Kongo, 1i Uganda ile ilgili.


TEVFiK BiR / 24.Haziran.2005


Kıbrıs ve İstihbarat Operasyonları



Kıbrıs ve İstihbarat Operasyonları


Kimse Kibris’ta bizim gibi garantör statüsünde olan, ama gogsunu gere gere actigi askeri uslerle Kibris adasinin bir bolumunu isgal eden Ingiltere’nin durumunu tartismiyor. Ingiliz uslerinin dokunulmaz ve tartisilmaz olmasinin en buyuk sebebi bu uslerin esasinda Amerikan usleri gibi hizmet vermeleri ve Echelon dinleme sisteminin onemli bir parcasi olmalaridir.

Bu sistemi kisaca her turlu iletisim sistemini itina ile dinleyen dev bir elektronik dinleme ve izleme agi olarak aciklayabiliriz. Bugun Kibris’taki Ingiliz uslerinde bulunan yuksek teknolojili sistemlerle Amerika ve Ingiltere hem ada’da ne olup bittigini ayrintisi ile ogrenebilme, hem de Turkiye dahil cevredeki pek cok ulkenin butun iletisim sebekelerini kontrol altina alma imkanina sahiptirler.

Mesela son korfez savasinda Irak’in neden elindeki Scud fuzelerini tam anlami ile kullanamadigi sorusuna verilecek yanit, bu fuzeleri yonlendiren komuta kontrol sistemlerinin Kıbrıs’taki ve Avustralya’daki uslerde bulunan Echelon sistemi yardimi ile bozuldugu ve yine ayni sistem tarafindan yerleri tam olarak belirlenen fuzelerin ve komuta merkezlerinin koordinatlarinin Amerika ucaklarina ileterek bu hedeflerin imha edildigi olacaktir. Kisacasi Kibris’taki usler Amerika ve Ingiltere icin hayati onem tasimaktadir.

Kibris’in Echelon sisteminde bu kadar onem tasimasinin bir sebebi de sahip oldugu ozel konumdur. Echelon sisteminin iy calismasi icin komuta merkezlerinin bulundugu yerlerin uzerindeki iyonosfer tabakasinin belirli ozelliklere sahip olmasi gerekir. Bu ozelliklere sahip dunyada uc yer bulunmaktadir. Kibris, Kuzey Avustralya ve Pasifik Okyanusu’nun bir kisminda bulunan takim adalar. Bu sebepten Kibris’a soguk savas doneminden beri Amerika ve Ingiltere son derece gelismis elektronik sistemler yigmislardir. Soguk savas doneminde Kibris’taki Ingiliz uslerindeki sistemler, butun bir Sovyet iletisimini ve nukleer testleri izleyebilecek yapidaydi.

Ayni donemde U-2 casus ucaklarinin kullandigi en onemli hava usleri de Kibris’ta bulunuyordu. Bugun bile U-2 ucaklarinin cok daha gelismis versiyonlari Kibris’ta Ingiliz uslerinden havalanarak Suriye ve Lubnan’a yonelik operasyonlar yapmaktadir (kesif ve istihbarat ucuslari). Casus ucaklarin halâ bu kadar onemli olmasinin sebebi uydularin, bizlere soylendigi kadar hassas olmamalair ve kotu hava sartlarindan etkilenebilmeleridir. Ama bir casus ucagi yagmur camur dinlemez ve 40.000 feet yukseklikten cam gibi goruntuler cekebilir. Bu ucaklar istihbarat toplama disinda elektronik saldirilarda da kullanilabilir.

Iste Kibris adasindaki Ingiliz uslerinin Amerkia icin onemi boylesine buyuk oldugu icin Avrupa Birligi ne kadar cabalarsa cabalasin bu uslerden Ingiltere’yi cikaramaz..! Ama Ada’daki Turklerin guvenligi icin kurulmasi istenen bir Turk ussunun lafinin bile edilmesini istemezler.

Kibris adasi elektronik istihbarat disinda klasik operasyonlar icinde bulunamaz bir nimettir. Kibris Baris Harekât’indan sonra Sovyetler ile Kibris Rumlari arasindaki iliski giderek gelismis, Turkleri Ada’dan cikaramadiklari icin batiya kizgin Rumlarin bu zaafiyetlerinden Sovyetler cok faydalanmistir. 1976’dan sonra basta KGB olmak uzere Polonya, Cek ve Bulgar istihbarati Guney Kibris’a yerlesti. Buna o donemlerde Suriye ve Kibris Rum kesimi arasinda devamli mekik dokuyan 250 Kuba ajanini da eklersek bolgedeki dogu blogu ajanlarinin sayisi bini geciyordu. Tabi bu resmi ajanlar beraberlerinde beslemeleri olan onlarca teror orgutunu de adaya soktular ve kisa surede Guney Kibris uluslararasi terorizmin onemli uslerinden biri haline geldi.

Bu donemde ozellikle Suriye istihbarati ile Rum kesimi oldukca saglam iliskiler kurdular. 1970’lerin sonundaGüney Kibris; Yunan, Rum, Ermeni, Kurt ve Turk asilli militan gruplar icin son derece rahat ve elverisli bir us haline geldi. Kubali, Libyali ve Yunanli subaylarin yonetiminde acilan askeri egitim kamplari da uluslararasi terorizm icin bulunmaz egitim kurumlari olmustu. O donemde Kibris Rum kesiminde cesitli fraksiyonlara ait 30 kadar teror kampi bulunmaktaydi.

Guney Kibris ayni zamanda silah kacakcilari icin de bir cennetti. Basta PKK ve Asala olmak uzere dogu blogundan alinan silahlar yillar boyunca Kibris uzerinden orta doguya aktarildi. Bu silah ticareti Israil’i bile o kadar rahatsiz etmisti ki Israil komandolari sik sik Yunan ve Rum kesimi bandrali gemilere operasyonlar duzenledi ve binlerce ton silaha el koydu ama Rum kesiminden kaynaklanan silah sevkiyatlari durmak bilmiyordu.

1983 yilinda Yunan ve Kibris Rumlari’nin faaliyetleri oldukca artmisti. Bolgedeki MiT birimleri aldiklari istihbaratlarda Yunan ve Rum ajanlarinin 12 Eylul askeri darbesinden sonra Avrupa’ya kacan bazi azili teroristlerle irtibata gectiklerini vce 50 kadarinin bu ajanlarla Turkiye’ye karsi ortak mucadele konusunda anlastiklari bilgisini aldilar. Tabi ki bu o zamanlar edinilen istihbaratlardan sadece birisi idi.

Sonra ki yillarda bu is birligi en ust duzeye cikti. 1990 senesinde Guney Kibris’taki « Stavrovouni » ve « Mahera » askeri kamplarinda son derece iyi bir sekilde egitilen 135 PKK teroristi Lubnan ve Suriye uzerinden Turkiye’ye sizdirildilar ve onlarca kanli olaya imza attilar. Bu teror kamplarinda PKK teroristlerinin yani sira Ermeni militanlar ve PKK ile beraber savasmak isteyen Rum gencleri de egitiliyordu (Turk daglarinda olu olarak ele gecmis cok sayida Rum ve Yunan vatandais vardir. Ama « Avrupali dostlarimiz « kizmasin diye soylenmez… !)

Mehmetcigin ve masum insanlarimizin kanina girmek icin ozel olarak Kibris Rum Kesimindeki kamplarda yetistirilen bu teroristler Yunan ve Rum istihbaratlari tarafindan genelde Suriye, Lubnan ve Irak uzerinden Turkiye’ye sizdirilirdi. Bu terorist adaylari arasidan yetenekli olanlar Yunanistan’da ki Lavrion kampina gonderilir ve oradan da Yunan istihbaratinin kendi okullarinda ajanlik egitimi alirlardi. Turkce, Kurtce ve Arapca’yi iyi konusabilen ve genelde iyi egitimli militanlar arasindan secilen bu ajanlar daha sonra Yunanistan’i gezgin (turist) olarak ziyaret eden Arap gezginlerden calinan pasaportlarla Turkiye’ye sokulurdu. Bu ajanlardan bir kismi askerlik caglarinda olduklari icin Turk ordusuna sizmaya calismislar ama tamami da bir sure sonra yakayi ele vermisleridir. Kendi milletine uc kurus para icin ihanet eden bu hainlerin pek cogu sacma sapan aflar ile ne yazik ki saliverildiler.

Kibris Rumlari’nin ve Yunanlilarin isledikleri melanetler bu kadar degildir. Ama simdilik verebildigimiz bu ornekler bile Kibris’in elimizden cikmasina karsi olmamizin yalnizca ici bos bir milliyetcilik duygusundan degil, ulkemizin ve hepimizin guvenligi hakkinda duyulan endiseden kaynaklandigini yeterince anlatiyor umarim.


TEVFiK BiR / 24.Haziran.2005


9 Haziran 2005 Perşembe

Recep Tayyip Erdoğan - Laiklik Analizi



Recep Tayyip Erdoğan-Laiklik Analizi


BEN KİŞİSEL OLARAK LAİK DEĞİLİM” dedi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Çok ilginç. Türkçe’miz yeni bir kavramla karşılaşmış bulunuyor. Tayyip Erdoğan bu hızla giderse, kelime üretme de Oktay Sinanoğlu’nu bile geçebilir. Kişisel laiklik ne demek? Laiklik ne demek? En basit ortaokul tanımıyla laiklik, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması”. Daha teknik bir düzeyde incelersek, dinin devletin yönetim alanına ve siyasete karışması yasağı. Din devlet politikalarını ve yönetimini belli bir boyuttan sonra etkileyemez (hiç etkilemez demekte, abesle iştigal olur). Devlet ise dini etkiler, denetler. Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla mesela. Ya da Atatürk zamanında görüldüğü üzere Kur’an-ı Kerim’in Elmalılı Hamdi Yazır tarafından Türkçeleştirilmesi, devlet bütçesinden ayrılan kaynakla.

Bu laiklik Aydınlanma Felsefesi’nin bir ürünüdür. Geçenlerde popüler olmuştu “Türkiye aydınlanma çağını yaşamadı” sözü. Bu sözü söyleyenlere karşı da sert tepkiler olmuştu. Aydınlanma felsefesi yaşanmıştır 1923’lü yıllar ile birlikte ama bazıları bu aydınlanmadan nasiplenememişlerdir.

Ayrıca laiklik rejimin rengidir. Yani yönetimle, devletle ilgili bir kavramdır. Kişisel laiklik gibi bir kavram olacak şey değildir. Misal verirsem, A müslüman bir kişi. Ama kişisel olarak laik. A (kişisel olarak bir kimse, nasıl din ve devlet işlerini birbirinden ayıracak) bir kişidir. Ama bu bağlamda bir devlet midir de? Yani konuyu anlatmak bile zor. Bu şöyle oluyor herhalde. A kişisi Cuma günü Cami’ye gidecekken diyecek ki, ben laik bir insanım. Tüm dinlere eşit mesafede yaklaşmalıyım. Bugün Cuma namazı var, Cami’ye giderim. Yarın cumartesi Sinegog’a, pazar günü de Kilise’ye giderim. Yok böyle bir şey. Kişisel olarak laiklik gibi bir şey söz konusu değildir. Bir insan bir dine mensup olup da, bir dine inanıp da bütün dinlere eşit mesafede yaklaşması gibi bir durum söz konusu olamaz. Nasıl ki yalnızlık Allah’a mahsus. İşte laiklik de devlete mahsus.

Peki Başbakan, çok saf ve cahil biri mi de, “kişisel olarak laik değilim” gibi anlamsız bir söz söylesin. Evet diyenler, yanıldı. 
 
Hem laik hem Müslüman olunmaz” diyen kim, Başbakan. Bu görüşünü ülkenin gerçeklerini göz önünde bulundurup “Değiştim, geliştim… Ak Parti laikliğin en büyük savunucusudur” diyen kim, gene Başbakan.

Bir insan hem laikliği kafirlik gibi görecek, hem de laikliğin en büyük savunucusu olduğunu söyleyecek. Bu hem parti alt tabanında hem de Saadet Partisi’nden AKP’nin kaptığı oylar bakımından AKP’ye oy veren SP’liler tabanında rahatsızlık yaratmış, laiklik açısından Tayyip Erdoğan meşruiyetini kaybetmeye başlamıştır. İşte böyle bir anda, Tayyip Erdoğan kendisini tabanına ve oy verenlerine açıklama, meşruiyetini pekiştirme ihtiyacı hissetmiştir. Ben laik değilim derse olmaz; ülke krize girer. O da bunu yumuşak bir dille ima etmek için yeni ve absürt bir kavram yaratmış “Ben kişisel olarak laik değilim” demiştir. 
 
Bu arada ABD’ye de öpücük yollamaktadır. Yani, ben aciz kulunuz AKP, siz dünya hakimi ABD. Siz ABD olarak Büyük Ortadoğu Planı’nı gerçekleştirmek istiyorsunuz. Ilımlı İslam diye bir modeliniz var. Türkiye de zaten kobay. Gelin siz beni destekleyin, Türkiye’de Ilımlı İslam’ı yapalım. Tutarsa tüm BOP ülkelerine satarsınız, tutmazsa canınız sağ olsun; helali hoş olsun. İşte bunun için ABD ve yakın çevrelerine verilmiş bir mesajdır. Ben hazırım Ilımlı İslam olmaya; siz nerdesiniz, destekleriniz nerede diye?

Yok eğer devletteki konumum dolayısıyla laikim/ laiklik çerçevesinde davranıyorum ama aslında bana kalsa laik değilim demek istiyorsa; neden bir gün öyle bir gün böyle diyor. Laikliğin en büyük koruyucusu/savunucusu olmasın o zaman. Zaten bu da tehlikeli bir durum olur. Ya bir gün o bastırdığı duyguları bakan arkadaşlarıyla birlikte bastıramazlarsa. Hani değişmişti; sonra bir hafta sonra dedi ki değişmedim geliştim. E demek ki onlar hep yalanmış. Yani bu sözü bu bakış açısıyla değerlendirirsem daha tehlikeli. Diğer mantık yürütmeler, analizler daha "ILIMLI" kalıyor.

İşte bu anlamsız sözcüğün analizi budur.

Not: Başbakanın bu sözlerinden yaklaşık 3 yıl sonra 2008 yılında, Anayasa Mahkemesi Adalet ve Kalkınma Partisi'ni - AKP'yi laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmaktan suçlu bulmuş ve cezaya hükmetmiştir. Ne demişler "Gerçekler Zamanla anlaşılır(!)"

 
TEVFiK BiR / 09.Haziran.2005


Telif Bilgisi

© 2009-2017 tevfikbir.com , tevfikbir.blogspot.com. Tüm hakları saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeksizin alıntı yapılamaz.

" Tevfik BİR - www.tevfikbir.com " biçiminde kaynak gösterilerek makalelerden alıntı yapılabilir.