Hukuk Adına
Herkesin ağzında bir “hukuk özlemi” lafıdır gidiyor. Herkes hukuka hasret. Haşa, sanki gökten gelsin diye bekleniyor hukuk. Öte yandan her fırsatta dile getirilen “Türkiye bir hukuk devletidir” söylemleri. Bir gün sövülen, küçümsenen hukuk ve onun uygulayıcısı yargı organı ertesi gün övülebiliyor, takdirlendirilebiliyor. Kimi zaman “Adalete güvenmemiz gerekiyor” kimi zaman “Adalet ideolojik karar veriyor”.
Bugün hukuk, hak ve adalet algısıyla değil çıkar ve yandaşlık ölçüsüyle karan veren bir yapı görünümü vermektedir. İktidar ve muhalefetiyle siyasetin, hukuk üstünde mutlak üstünlük kurmaya çalıştığı artık daha açık hissedilen bir gerçektir.
Hukuk ile siyaset savaşı, bu ikisinin birbirini sınırlama, üstünlük kurma mücadelesi asırlardan beri süregelen bir olgudur. Ama bunun artık günümüzde yalnızca bilimsel yada mesleki çevrelerde değil toplum nezdinde de gözlemlenmesi kaygı verici bir durumdur.
Hukuka müdahale yalnızca siyaset alanından gelmemekte, hukukun içinde de bir mücadele sürdürüldüğü görülmektedir. Muhakeme (yargılama usul) yasaları ihlal edilebilmektedir. Bu mücadele, ihlaller ve sistemdeki çarpıklıklar; kovuşturma, soruşturma, yargılama, tutukluluk ve mahkumiyet aşamalarında sanık/hükümlüyü olumsuz yönde etkilemektedir.
Bunun için hukuk adına, hukuk devleti adına bazı düzeltme ve yeniliklerin yapılması gereklidir. Şimdi bunlara bakalım.
o 1982 anayasasının bir ürünü olarak, HSYK kararlarına itiraz yolu kapalıdır. Savcı yada yargıç kendi sorunu için mahkemeye gidememektedir, güvensizlik yaratmaktadır. HSYK kararlarına karşı yargı yolunun açılması gereklidir.
o HSYK, yargı kapsamındaki belirli işleri yapan bir kurul iken yürütmenin bir üyesi Adalet Bakanı'nın ve bir yüksek bürokrat olan, gündemde olan yasa tasarısı yasalaşırsa her seçimde yenilenecek üst düzey bürokratlardan, Adalet Bakanlığı Müsteşarının bu kurulda olması yargı bağımsızlığına aykırıdır, hukuk devleti adına samimi bir görünüm yansıtmamaktadır. Yargının işini yine yargı yapmalıdır. Adalet bakanı ve müsteşarının HSYK'dan çıkartılması gerekmektedir.
o Savunma hakkının kutsallığına ve adil yargılanma hakkına uygun olarak savcının iddia, sanığın savunma ve yargıcın karar makamı olduğu görülerek, hukuk düzenimizin kaynağını aldığı ülkelerdeki örnekleri gibi, mahkeme salonlarında savcıyı yargıcın katından aşağı, sanığın katına almak gerekmektedir. Yargılamanın adil, hakkaniyetli ve tarafsız olması için savcının yargıçtan uzaklaştırılması ve seviyesinin sanıkla aynı düzeye indirilmesi gerekmektedir. Avukat yargıca ne kadar yakınsa, savcının da o kadar yakın olması gerekmektedir.
o Adalet saraylarında ve adliye binalarında, yargıçlar ile savcıların makam odalarının bulunduğu binaları, en azından bulundukları blokları ayırmak gerekmektedir.
o HSYK'nın, Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu olarak ikiye ayrılması gerekmektedir. Çünkü hâkimlerin ve savcıların statüleri farklıdır.
o Emniyet teşkilatı içinde adli kolluğun oluşturulması ve bunların savcıların emrine verilmesi, yalnız ve yalnızca savcının emredeceği işleri yapması gerekir. Bu ve diğer tüm ayrıntılarıyla adli kolluk teşkilatının Türkiyemiz'e kazandırılması gerekmektedir. Bu hem savcıları hem polisi hem de soruşturmaların niteliğini olumlu yönde etkileyecektir.
o Tutukevleri ile cezaevlerinin ayrılması gerekmektedir. Mahkeme kararı olmadıkça, kesin hüküm verilmedikçe kişi suçsuzdur. Yasanın gösterdiği bazı zorunlu hallerde sanık, tutuklu yargılanabilmektedir. Ancak tutuklu yargılanan sanığın “cezaevinde” tutulması, onun masumiyet karinesine halel getirecek, aleyhte algı oluşturabilecektir. Ayrıca bir tutuklunun mahkûmdan daha fazla hakkı vardır ancak cezaevlerinde tutulmaları nedeniyle bu haklar kullandırılamamakta, sanık, hükümlü muamelesi görmektedir. Hâlbuki esas ilke tutukluluğun “minimum” düzeyde mahrumiyet yaratmasıdır. İleri ülkelerdeki örneklerine uygun yeni tutukevlerinin inşası ve tutukluların bu aşamadan sonra her zaman için tutukevlerinde tutulması, buraların asla infaz için kullandırılmaması gerekmektedir.
o Tutuklamada, öncesinde ve sonrasında tutuklamaya dayanak olan belge-delillerin sanık avukatına verilmesi gereklidir. Türkiye'de ise yalnızca isnat söylenmekte, dayanaklar gizlenmektedir. Halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bu konuda karşısına gelen davalarda devletleri (Türkiye dâhil) istikrarlı bir biçimde cezalandırmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) aykırı olmasına ve AİHM kararlarıyla ihlalin sabit olmasına karşın, Türkiye'de bu yapıyı değiştirecek bir düzenleme getirilmemekte buna karşı bir eylem uygulanmamaktadır.
o F tipi cezaevlerini söylenenin aksine genele yaymak, koğuş sisteminden içinde banyo tuvaleti ve televizyonu bulunan iki üç kişilik oda sistemine geçilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte disiplinin ve temizliğin etkin kılınabilmesi için, mahkûmlara tek tip kıyafet giyme zorunluluğu getirilmelidir.
o Cezaevlerinde bu çağdaş ve insani yapının tesis edilebilmesi için pek çok eski cezaevinin yıkılıp yenisinin yapılması, ayrıca zaten yer sıkıntısı yaşanması nedeniyle kapasitenin en az iki katına çıkarılması gerekmektedir.
o Islah evleri sisteminin ve idaresinin yenilenmesi gerekmektedir. Islah evlerinde, çağdaş öğrenci yurtlarında olduğu gibi kaliteli ve bazı Amerikan ıslah evlerindeki gibi kapısız “odaların” bulunması, gardiyan değil sosyal uzman, psikolog, temizlik görevlisi, güvenlik görevlisi, eğitmenlerin bulunması, eğitim ve spora ağırlık verilmesi, hapishane ortamından öte aile sıcaklığında yatılı okul ortamının oluşturulması gerekmektedir. Islah evleri, kişiyi ileride hapishaneye götürecek bir yol değil, çocuğu topluma kazandıracak ve iyi bir yetişkin/birey olmasını sağlayacak okullar olmalıdır.
o İHAS'a aykırı bir biçimde Geniş Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin uyguladığı uzun tutukluluk süreleri normalleşmeli, Avrupa düzeyine indirilmelidir.
o Terör suçunda, gözaltı sürelerinin yetersizliğine dikkat çekilerek Avrupa örneklerinde olduğu gibi onbeş günlük gözaltı süresinin olabilirliği tartışmaya açılmalıdır. Bu yolla önleyici kolluk adına, terör karşısında kolluk gücünün ve devletin eli güçlendirilmelidir.
o Yargıç ve savcı sayısını artırmak hatta birkaç misline çıkartmak, onları insani boyutları aşan iş yükünden kurtarmak, davaların niteliğini yükseltmek ve iki duruşma arası süreyi kısaltmak adına kaçınılmaz bir zorunluluktur. Ancak sayının artırılması, yeni alınacak kadrolarda bir kalite düşüşüne yol açar mı yada bu kadar “artı” kadronun mesleki eğitimi kaliteden ödün vermeden nasıl yapılabilir, bu yeni kadrolar bütçeye nasıl bir yük yaratır, bu da çözümün handikapları arasında yer almaktadır.
Daha iyi bir Türkiye için, lafta değil gerçek bir hukuk devleti için en azından bu belirtilen düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Bu maddelerin sayısı artırılabilir ve detaylandırılabilir. Bunlar yalnızca bir seçki, birkaç örneklemedir. Ama bu işe bir yerden başlamak gerekir. Hem de acilen..!
TEVFiK BiR / 18.Mart.2010