25 Aralık 2011 Pazar

Soykırımcı Fransa'ya Tokat Atalım

Soykırımcı Fransa'ya Tokat Atalım


2005 yılında yazmıştım. Bugün yine yazıyorum. Konu hep bildik, Ermeni Soykırımı yalanı...

O günden bugüne Türkiye konu ile ilgili olarak bir adım dahi ileri gidemedi. Çok söz söylendi, icraat yapılmadı, Türkiye elindeki araçları kullanmadı. Aksine, Ermeni sınır kapısını açalım dendi, sözde soykırım değil Ermeni iddiaları denilsin diye genelge düzenlendi! Bugün ise hamleyi yapan Fransa oldu...

Bu yazımda Fransa'yı “uluslararası hukuk nezdinde” mahkum etmenin yolunu ve bunu kimlerin neden yapmadığını örnekleriyle anlatacağım. Bir sonraki makalem ise Sarkozy ile ilgili olacak, ayrıca “Cezayir Sokağı” adını “Fransız Sokağı” olarak değiştiren ülkenin ve buna sponsorluk yapan şirketin adını da açıklayacağım. Geçen ay çıkan Uyan Ey Türk Gidiyoruz adlı kitabımda bu konuların bir kısmına kısaca değinmiştim. Kitaptan alıntılar olacak...


Avrupa Hukuku ile Avrupa'ya Karşı

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) Madde-10 der ki, “1. Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.

Madde-10'nun 2 numaralı fıkrası da bu maddenin sınırlarını çizer, “Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlıdır.

2005 ve 2006 yıllarında konu üzerine hukuk kapsamında uzun bir çalışmam olmuştu. İnsan hakları ve avrupa insan hakları hukuku konusunda uzman ismi büyük profesörlerle konuyu uzun uzadıya incelemiştim. Burada tüm ayrıntılara, maddelere girmeyip, basit bir temelde özetlemeye çalışacağım.

AİHS madde-9 “Düşünce, din, vicdan özgürlüğü”nü, madde-10 “İfade özgürlüğü”nü ve madde-11 “Örgütlenme özgürlüğü”nü anlatır.

Savımıza dayanak olması bakımından örnek bir davaya bakalım. “Handyside İngiltere'ye Karşı” davasının kararında şöyle deniyor, “İfade özgürlüğü yalnızca olağan, zararsız, önemsiz görülen bilgi ve düşüncelerin açıklanmasında değil aynı zamanda devlete ve toplumun genel eğilimlerine aykırı düşüncelerin de açıklanmasını içerir ve demokrasi çoğunluğun görüşünün sürekli üstün tutulmasını amaçlamaz. Demokratik toplumun 3 temel direği vardır: 1-) Çoğulculuk 2-) Hoşgörü 3-) Açıklık”.

Bir örnek dava kararı daha sunalım, “Castells İspanya'ya Karşı” davası. Dava kararında diyor ki, “Saldırgan olmayan, sarsan ve rahatsız eden düşüncelerin ifadesi de demokratik toplumun çoğulculuk, hoşgörü ve açıklık ilkeleri içindedir.

Refah Partisi'nin, T.C. Anayasa Mahkemesi'nin kapatma kararına karşı Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde açtığı davanın kararında, Türkiye haklı bulunuyor, gerekçeli karardaki şu ifade dikkat çekici, “şiddete başvurma potansiyeli”. Yani düşünce, ifade yada eylem şiddete teşvik edebilir ve/veya şiddet içermese de açık ve mevcut tehlike/şiddet potansiyeli taşıyorsa, özgürlük kapsamı dışında tutulmuştur.

Davaları ve kararları örneklemeye devam edebiliriz, gerek yok. Düşünce ve ifade özgürlüğünün genişliği çok açık.


Fransa'yı Kıskaca Almak

Maddeler açık, her düşünce ve ifade ve haber ve fikir açıklamak ve almak serbest. Zorunlu tedbir olarak, bu düşünceler ülkenin güvenliğine, kamu düzenine yada kişilere karşı saldırı/tehlike içermemeli ve bu potansiyeli de taşımamalı.

AİHM'nin, AİHS'nin kuruluş felsefesi, varlığının amacıdır düşünce ve fikir özgürlüğünü koruma altına almak. Örnek kararlarda ve maddelerde de gördük ki, bir düşünce ne kadar farklı ne kadar aykırı olursa olsun, toplumu ne kadar şoke edici olursa olsun, toplumun büyük yüzdeleri bu düşünceye karşı olsalar dahi eğer o düşünce/ifade şiddete teşvik etmiyorsa, özgürdür ve buna karşı yaptırım uygulanamaz.

Fransa Devleti ise, yasalaştırdığı kararında, (sözde) Ermeni Soykırımı'nı inkâr etmeye 1 yıl hapis ve 45.000 avro para cezası getirmiştir. Yani düşünce ve ifade özgürlüğüne karşı para ve hapis cezası mevcuttur, oldukça ağır bir ceza. Konu soykırım değildir. Yüz yıldır soykırımcı iftirasıyla aslında gerçek mazlum olan biz Türkler, soykırım yapmış olsaydık dahi, bunu inkar edenlere ceza getirelemezdi. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde ve kararları buna cevaz vermemektedir. Çünkü tarihin inkârı kamu güvenliğini, kamu düzenini ve ahlakını tehdit etmemektedir..!

Bu karar açıkça Avrupa İnsan Haklası Sözleşmesi'ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına ve içtihadına ve bu organların varlıklarının temeline aykıdır. Bu aykırılığı yapan ülke ise Avrupa Birliği'nin kurucu devletlerinden, kurucu ilk altı devletten biri olan Fransa'dır.

Peki bu ihlalin ortadan kaldırılması için ve düşünce-ifade özgürlüğünün bu konu bağlamında tekrar güvence altına alınması için ne yapılabilir? Bunun da görünen iki yolu var.

Birinci yol, bir grup Fransızca bilen uzman Türk hukukçusunun Fransa'ya giderek “Ermeni soykırımı yoktur, bu iddia yalandır” demesidir. Bu eylemi Türkiye, devlet olarak desteklemelidir. Yani bu siyasi operasyonun arkasında devlet bir güç olarak bulunmalıdır.

Akabinde bu bir grup uzman hukukçu Fransa makamları tarafından göz altına alınacak, ya sınır dışı edilecekler ya da yargılamaları yapılacak, tutuklanacaklar ve sonunda hapis ve para cezasına çarptırılacaklardır. Bu süreçte Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği tüm varlığıyla desteğini vermelidir. Türkiye, büyük yaygara koparmalıdır.

Nihayetinde Fransa'daki iç hukuk yolları tükenince, bu eylemci hukukçularımız Fransız mahkemelerinin kararlarını AİHM'e götürecekler ve Fransa'ya karşı dava açacaklar ve çok açıktır ki davayı kazanacaklar ve Fransa bu yasasını yürürlükten kaldırmak zorunda kalacaktır.

İkinci yol, AİHS Madde-33'te, bu demin saydığım yola başvurmaya gerek bırakmayacak bir hak, devletlere tanınmıştır. Madde-33'e göre Sözleşme'ye taraf bir devlet, diğer bir devletin Sözleşme ve Protokollere aykırı davrandığı iddiasını Mahkeme önüne götürebilir.

Hatta ve hatta, bu yolun kullanımı, bireysel başvurularda olduğu gibi, bir devletin hakkında başvuruda bulunduğu devletçe Sözleşmeye aykırı davranılmasından dolayı zarar görmüş olması koşuluna bağlı değildir; başvurunun mutlaka kendi vatandaşlarının haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle de yapılmış olması gerekmiyor.

Yani Türkiye, bu maddeler çerçevesinde düşünce ve ifade özgürlüğünün sözleşme hükümlerine aykırı olarak cezalandırıldığını ve bu kapsamda Fransa'da yasa bulunduğunu iddia ederek Fransa'ya karşı AİHM'de dava açabilir.

Peki bunun örneği var mıdır, yani bir devlet başka bir devlete AİHM'de hiç dava açmış mıdır? Bu şekilde tam 20 dava mevcuttur ve bunlardan 10'u Türkiye'ye karşı açılmıştır!

Türkiye dava açılabilir ancak dava açamaz bir ülke midir? Hastalıklı Avrupa Birliği'ne girmeye çalışıyorsanız, her türlü hakarete ve muameleye maruz kalırsınız, sesinizi belki çıkarırsınız, efelenirsiniz, “hop ne oluyoruz” dersiniz, ama fiiliyatta hiçbir şey yapamazsınız, durumu tersine çevirmek için bilfiil gayret gösteremezsiniz! Avrupa Birliği, aslında sizin kelepçenizdir.

Konuya hukuk nezdinde çözüm bulmak yerine ıvır zıvır kararlar alır, yok hava sahasını izne bağlar, yok ihalelerden men etmeye çalışırsanız, aslında diğer Avrupa devletlerinin benzer kararlar almalarının önünü açmış olursunuz, caydırıcı olmazsınız. Bunlar soruna çözüm olur mu, hayır. Tepki olur ancak çözümcü bir yaklaşım olmaz.

Demek ki neymiş, gerçekte Adalet ve Kalınma Partisi hükümeti ve futbolu çok seven başbakanımız Tayyip Erdoğan, Fransa'yı 3-1 yenebilecekken, 0-1'e razı oluyormuş. Ermenistan'la sınır kapılarını açmak isteyen, bunun için Ermenistan'a maç izlemeye giden cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, soruna çözüm bulmak istemiyormuş. Bursa'daki maçta “Ermeni devlet yetkilileri” rahatsız olacak diye Azeri bayraklarını stada aldırmayan (o bayraklar çöpe atılmıştı) zihniyetten, çözüm ne derece beklenebilir?

Yazıyı, Uyan Ey Türk Gidiyoruz kitabımın 136. sayfasıdaki bir cümleden alıntı yaparak tamamlayayım, “Bırakın Avrupa'yı, 03 Temmuz 2007 yılında alınan, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla kamu kurumlarına gönderilen 18 sayılı genelge ile artık 'sözde Ermeni soykırımı', 'sözde soykırım' demek Türkiye'de de yasaklanmıştı. Sisteme entegre tüm dünya devletleri 'Ermeni soykırımı yoktur' demeye karşı cezalar getirirken, parlamento kararları alırken, Türkiye de kendine karşı 'sözde soykırım” demeyi yasaklıyordu. Bunun yerine artık '1915 olayları' veya '1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddiaları' denilmesi emrediliyordu. O dönemden sonra devlet ağzında ve bağlantılı kişilerde, özerk kuruluş TRT'de ani bir ağız değişimi yaşanıyordu. Türkiye kişilik kaybına uğruyordu.


Bu aktardığım hukuk bilgilerini, kararları, çözüm yolunu 2005 yılında yazmış, yayınlamıştım. Tarihe kayıt olsun diye ve Türkiye üstüne oynanan oyunun bir ayağını gösterebilmek adına kitabımda da bu konudan kısaca bahsettim.

Değişen bir şey var mı, yok. O zaman, hadi size iyi uykular(!)

TEVFiK BiR / 26.Aralık.2011

21 Ekim 2011 Cuma

Uyan Ey Türk Gidiyoruz



TEVFİK BİR 'in bir uyandırma kitabı olarak yazdığı 
 Göl Kitap'tan çıkan
UYAN EY TÜRK GİDİYORUZ adlı kitabını
D&R'ın 23 ildeki 113 mağazası ile
tüm seçkin kitapçılardan
ve
Güvenli tıkla, hemen al ---------> www.kitapyurdu.com  (satışta) <--------- Güvenli tıkla, hemen al
www.dr.com.tr (satışta)
www.idefix.com  (satışta)
www.kitapyurdu.eu (yurtdışı satışta)
vb. internet kitap mağazalarından (indirimli) alabilirsiniz.
(İnternetten hemen almak için adreslerin üzerine tıklayın)


Yazar Tevfik Bir'in, Uyan Ey Türk Gidiyoruz adlı kitabında neleri bulacaksınız (kitabın içinden bazı konular):

<Sadettin TANTAN'a, Banu AVAR'a, Arslan BULUT'a ve Türkiye'yi fikirleriyle yükseltip icraatleriyle yücelten nice vatanseverlere selam olsun.>

- Dış Tehdit ABD
- Aden, Kızıldeniz ve ABD
- Ilımlı İslam ve Dinler Arası Diyalog
- ABD'nin Türkiye, Suriye ve İran Planı
- Demokratik Açılım-Bir Pentagon Projesi
- Küresel İmparatorluk ve Avrupa Finansal Krizi
- AB'nin Gerçek Yüzü
- ABD, İsrail ve Türkiye
- Ergenekon Operasyonunun Bilinmeyenleri
- Vahiyli Şebekelerde "İyi İnsanlar"
- Sabetayizm
- Sabetayizm ve Kripto Yahudiliğin Yüzlerce Yıllık Sırrı
- Atatürk Sabetayist Değildi
- Masonlukla İlgili Bilinmeyenler ve Söylenemeyenler
...

bu konular ve daha fazlası, Uyan Ey Türk Gidiyoruz'da. Perde arkasındaki gerçekleri korkmadan, ispatlarıyla, bir bir deşifre ettik. 
Kitabı bitirdikten sonra "iyi ki okumuşum" diyeceksiniz!



UYAN EY TÜRK GİDİYORUZ - TEVFİK BİR


1 Ekim 2011 Cumartesi

PKK Neden İnsan Kaçırıyor?



PKK Neden İnsan Kaçırıyor?



Nerede vekil kaymakamımız, nerede başçavuşumuz, nerede astsubayımız, nerede sayısını tam olarak bilemediğimiz erlerimiz, nerede birkaç korucumuz, nerede birkaç işçimiz, nerede 8 öğretmenimiz?

Nerede biliyor musunuz? Terör örgütü PKK'nın elinde.

O zaman soruyu değiştirelim, nerede devletimiz?

PKK ile müzakerede, tavizlerde.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, MİT-PKK görüşmelerinin bundan sonra da devam edebileceğini söyleyecekti.

Bu haber televizyonlarda verilirken, ekranın altından şehit haberleri geçiyordu.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, MİT-PKK görüşür diyordu da, görüşen aslında Başbakan Tayyip Erdoğan'dı. Ses kayıtlarını tüm Türkiye dinledik. Orada dönemin Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Hakan FİDAN ne diyordu “Başbakan Tayyip Erdoğan'ın özel temsilcisiyim”.

Bu ne demektir? Orada Hakan Fidan, Başbakan Tayyip Erdoğan adına konuşmaktaydı, onu temsil etmekteydi. Yani PKK ile konuşan aslında Başbakan Tayyip Erdoğan'dı.


Hakan Fidan - Sabetayizm

Hakan FİDAN, MİT Müsteşarı yapılmadan çok önce Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından o koltuk için seçilmiş bir kişidir. MİT Müsteşarı yapılmak için yıllarca görevine hazırlanmış bir kişidir.

Böyle olmasa, her yerde her şeyde “sivil demokrasi” sözlerini sarf eden AKP ve onun Genel Başkanı Başbakan Erdoğan yılların geleneğini bozarak asker kökenli, eski bir astsubay olan Hakan Fidan'ı aday gösterir miydi ve AKP kökenli Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu isim üstünde hemen olumlu görüş bildirir miydi?

Hakan Fidan, kırmızı koltuğu için hazırlanabilir ve o koltuğa gelebilir, bunu eleştirmiyoruz, siyasi tercihtir. Sonuçta MİT “özel” bir kurumdur. Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı ortak karar verirler, elbette seçilmiş Başbakan'ın öncelikli hakkıdır, hakkı olması gerekir.

Fidan, Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı iken de, terör örgütü PKK ile görüşmelerde Başbakan Erdoğan'ın vekili/temsilcisidir. Başbakan'ın çok güvendiği bir isimdir. O nedenle “öyle kolay adam harcamaz” Başbakan.

Peki Hakan Fidan neden o koltuğa seçilmiştir?

Hakan Fidan'ın oturduğu makamın büyüklüğünden başka, görevinin büyüklüğünden başka, gelişindeki siyasi misyonu da büyüktür. Müsteşar Hakan Fidan, kibarca “Galatasaray ekolü” denen, kimilerinin “beyaz Türkler” dediği, kimilerinin “Efendiler” dediği, aslında bu yanlış sınıflandırmaları/isimlendirmeleri geçelim, cesurca ve dürüstçe gerçek ismi telaffuz ederek söyleyelim, MİT içindeki Sabetayist ekolü/cemaat yapısını tasfiye etmek, bitirmek amacıyla o koltuğa oturmuş görünmektedir, daha doğrusu Müsteşar olarak seçilmesindeki sebeplerden birisi budur.

Sayın Müsteşarın ilk icraatlerinden birisi neydi? Asaleten atanmayı bekleyen birçok genç MİT elemanının işine son vermekti (http://www.odatv.com/n.php?n=mitte-neler-oluyor--1509101200)

Hakan Fidan, bilebildiğimiz kadarıyla “Sabetayist” kökene sahip değildir. MİT Müsteşarı olup da Sabetayist soydan gelmemek, abartalım biraz, mucizedir. İşte kendisi bu koltuğa oturmuştur.

İşte Fidan, Sabetayist olmadığı için, MİT Müsteşarlığı koltuğuna oturma olasılığının konuşulduğu günden beri, İsrail tarafından tehdit olarak görülmüş, hedefe konulmuştur. Bu bizim fotoğraftan gördüklerimizdir. Hakan Fidan'ın en büyük muhalifi İsrail'dir ve onun yurtiçi uzantılarıdır. Bu bilgi sayesinde, artık bazı şeyleri, kasetleri, gelişmeleri daha iyi anlayabiliyoruz.

(Sabetayist konusunu bilinmeyenleriyle, bu konuda yazan diğer birkaç yazarın açıklamadıklarıyla, okullarıyla, meslekleriyle, kurumlarıyla, dernekleriyle, işleriyle, üyeleriyle, parasal faaliyetleriyle, siyasi hareketleriyle, ideolojileriyle, ayrımlarıyla, bazı çarpıcı akrabalık bağlarıyla, kimi meşhurlarıyla ve meşhur olmayanlarıyla, dünyada ilk defa Sabetayist cemaat üyelerinin Türkiye'de kullandıkları “erkek isimleri” ve “kız isimleri” listesiyle, soyisim listeleriyle, örnek olsun diye birkaç mezar taşı fotoğrafı ile vb. bilgilerle Ekim.2011 içinde çıkacak olan UYAN EY TÜRK GİDİYORUZ adlı kitabımda, birkaç bölümle bahsettim. Birkaç bölümle bahsettim, çünkü kitabım yalnızca Sabetayizmi anlatan, satsın diye sözde “gizem” peşinde “pop” kitaplardan olmamalıydı. Konuyu bilimsel olarak yazdım, kanıta dayalı yazdım, sorgulayarak yazdım ve yalnızca Sabetayizmi yazmadım. Sabetayizm, Sistem'in deşifresinde yalnızca bir ayaktır. Türkiye'deki gerilimleri ve olayları anlamak için bir araçtır, amaç değildir. Dünya sistemini anlamak için bir araçtır. Yoksa, kitabın ilk bölümü “Dış Tehdit ABD'dir”. Ama iddia ediyorum, Sabetayizm/Sabetaycılık hiç böyle bir üslupla, bu bilgilerle ve siyasete konu edilerek bu denli anlatılmamıştı)


Terör Örgütü PKK'nın Kaçırdığı İnsanlar

Kitap parantezini kapattık, devam edelim. Efsane İçişleri Bakanı Sadettin TANTAN, 26.Eylül gecesi yayınlanan Arena programının konuğuydu, çarpıcı bilgiler verdi.

MİT-PKK görüşmelerinin ve devlet görevlilerinin terörist başı Abdullah Öcalan'a mesaj taşımasının kanunlara göre dayanağının olmadığını ve bunun “suç” olduğunu bildirdi. Devletin, bir terör örgütü olan ve bir organize suç örgütü olan PKK'nın aranan ve hükümlü üyeleriyle ile görüşemeyeceğini, örgütü asla muhatap almaması gerektiğini dile getirdi. Bir iktidar değişiminde, arkalarındaki güç giderse (Fidan'ı da kastederek) yargılanma olasılıklarından bahsetti.

PKK ile hem devlet hem hükümet görüşmüştür, bu ikisini birbirinden ayrı düşünemeyiz. Hükümet, adı üstünde “hükmeden”, devlete hükmeden güç anlamındadır. Hükümetin başındaki isim/isimler emri vermiş, devlet görevlileri görüşmüştür, ayrıca o görevlilerden birisi hükümet kurucusu Başbakan Erdoğan adına görüşmüştür. Bugün görüşmüyor olabilirler, ama yarın yine görüşebilirler, AKP'den gelen tepkiler bu yönde.

PKK ise, Demokratik Açılım-Kürt Açılımı süreciyle iyice tavan yapan moralinin de etkisiyle günümüzde artık belirli illerde polise ve askere “suikast” tarzı, nokta atışı saldırılar gerçekleştirmektedir. Terör artık şehirde de vurmaktadır. Terörün siyaseti de şehirde meydan okumaktadır. İllerde seçilen sözde Kürdistan vekilleri/temsilcilerinin de katılımıyla (yaklaşık 200 sözde vekil) 15-16 Ekim 2011 tarihlerinde Ankara'da Kürdistan Hareketi Kongresi toplanacaktır! Bu oluşum KCK'nın ötesidir.

PKK bugün sivilleri kaçırmaktadır, neden?

Örgüte moral sağlamak, pazarlık gücünü artırmak ve hatta bölgeden devleti-devletin gücünü atmak için mi? Evet, ancak asıl sebep bunlar değildir. “Bu Sonbaharda Karayılan ve Kandil Ekibi Yakalanacak” adlı makalemde bildirdiğim bilgiler üstüne, Kandil'e ve belki Dohuk-Erbil'e yapılacak ciddi operasyonlarda/ataklarda “canlı kalkan olarak kullanmak” üzere kaçırılıyor olabilirler. Terörist başlarından Karayılan ve diğer üst düzey terör örgütü yöneticileri ile “takas” yapabilmek için kaçırılıyor olabilirler. Ben kaçırılmaların arkasında bu iki olasılığın yattığını düşünüyorum. Kaçırılanların, sınır dışına çıkarılmaya çalışılacaklarını da tahmin edebiliyorum. Bu olasılıklarla da terör örgütü kaçırmalarının devam edebileceğini düşünüyorum. Devletin, ne dağda ne şehirde ne stadyumlarda ne konferans salonlarında, ne eli silahlısına ne dili silahlısına, zerre acımaması, hoşgörü göstermemesi gerekir.

Devlet yönetiminde, kin ve nefret olmayacağı gibi acıma ve hoşgörü de olmaz!

TEVFiK BiR / 30.Eylül.2011



19 Eylül 2011 Pazartesi

Suriye'ye İsrail Yıldızı



Suriye'ye İsrail Yıldızı


18.Nisan.2005 tarihinde yazdığım, o dönem internet sitem olmadığı için yayınlamak adına pek çok e-posta grubuna gönderdiğim “Görünürdeki Savaş: İlk Hedef Suriye” adlı makalemde, herkesin beklentisinin aksine İran'dan önce, ilk önce Suriye'nin vurulacağını iddia etmişim.

Bu makalemden bazı alıntılar yaparak başlayalım, “... Eğer ele geçirilirse, Filistin desteği kesilebilir. Böylelikle Suriye desteğini yitirmiş bir Filistin “düşer”... Sınır itibariyle İsrail, Suriye ve Irak birleşmiş olacaktır. Böylelikle Ortadoğu'nun denetimi artık İsrail ve ABD'nin eline geçmiş olacaktır...”

gibi çeşitli tespitlerde bulunarak şu sonuca ulaşmışım: “Bu analiz ışığında, ilk hedefin Suriye olacağını düşünüyorum. Burası devrim (renkli devrimler manasında) vasıtasıyla ABD yanlısı bir iktidara sahip olsa bile, bu yukarıda sayılan avantajlar gerçekleşmeyecektir. Yani Suriye'de bir devrim beklenebilir ama bu muhtemel savaşa bir engel değildir.”

Aradan altı buçuk yıl geçmiş, bugün Suriye kaynıyor, kaynatılıyor. Sistem, adım adım planlarını yürütüyor. (Bu kavramı bilmeliyiz, ki yazılarımı düzenli takip edenler bilirler. Sistem: Dünyayı yöneten derin güç. Yani, CFR, Bilderberg, Trilateral ve bunların altında yer alan irili ufaklı örgütler ve bunların yöneticisi olan her milletten gelen ancak milliyet farklılığına önem vermeyen, adeta paraya tapan, İbrani asıllı yapı.)

Evet, bugün sayısı çok olmamakla birlikte Esad karşıtları ile Esad yanlıları sokaklarda. 30 yıldır kendisini yöneten rejime karşı tek bir protesto eylemi yapmamış, klasik bir Arap toplum yapısı çizen, isyan etmeyen halk, bugün isyan ediyor! Neden bugün? Yada halkı kim isyan ettiriyor, sokaklarda insan avlayanlar kimler?

2000'li yıllardan sonra daha yoğun olmak üzere Irak, Afganistan, Suriye, İran ve Kuzey Kore'yi şer ekseni olarak gösteren ABD; Afganistan ve Irak'ı işgal etti, Irak'ta 1,5 milyonu aşkın insanı, Müslümanı öldürdü. Afganistan'da öldürülen insanların artık envanteri, listesi tutulmuyor bile. Görünen ilk hedef, sıra Suriye'de.


Suriye'de Dönen Dolaplar

Suriye'deki dış ülke ajanları, suikast ve sabotaj eğitimlerini, propaganda eğitimlerini son haddine kadar sahada uygulama fırsatı buluyor. Sırp keskin nişancılar, Sistem'in “ruh hastası özel güvenlik şirketi elemanları”, kimi istihbarat örgütü mensupları çatılardan sokaktaki insanları avlıyor. Sokakta vurulan kişi eğer hükümet-devlet yanlısı ise, suçlu “muhalif” oluyor; öldürülen kişi muhalif ise suçlu “Esad'ın askerleri” oluyor, tüm Sistem ajanslarınca bire on katılarak dünyaya haber ediliyor.

Buraya bir not düşelim. Sistem karşıtıyız diye, asla burada Esad'ın savunuculuğunu yaptığımız sanılmasın. Gerçekleri göstermeye çalışıyoruz, oyunu göstermeye çalışıyoruz. Kimsenin “tarafı” değiliz. Siyaset, diplomasi ve gerçekler konuşulurken, takım tutar gibi “taraf” tutulmaz.

* * *

Yazar Banu Avar, Yeniçağ Gazetesi yazarı Arslan Bulut, stratejist Mete Akıncı, yazar Yılmaz Dikbaş, eski Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu ve her cenahtan pek çok gazeteci, yazar, gözlemci Suriye Dostluk Komitesi sıfatıyla Ağustos.2011'de Suriye'ye bir ziyaret gerçekleştirdi.

Bu seyahat sayesindedir ki, bizler de “Sistem zihniyetli medyanın“ dezenformasyonunu, propagandasını görmeye başladık. Sistem medyasına örnek verelim: Reuters, AP, El Cezire, BBC, CNN, Fox, France24...

Yalanlar başlıyordu. Heyet, Suriye içinde otobüs ile seyahat ederken, Sistem medyasının bazıları son dakika haberi geçecekti “İçinde Türkiye'den gelen heyeti taşıyan otobüse saldırı yapıldı. Ölü ve yararlılar var”. Daha sonra bir başka son dakika, “Saldırıya uğrayan otobüste büyükelçi de vardı”.

Mevzu bahis otobüs, Türkiye Dostluk Komitesinin üyelerini taşıyan otobüs. Ancak ne o otobüs bir saldırıya uğramıştı, ne de otobüste herhangi ülkenin bir büyükelçisi vardı!

Medya yalanları devam edecekti. Bu heyetten üyeler Hama kentinde bir gösteriye şahit olacaklar ve bunu videoya alacaklardı. 50-100 kişilik bir grup Esad lehine slogan atarken karşılarında yine 50-100 kişilik bir başka grup dikilip karşı slogan atmış ve bu karşılıklı süren demokratik gösteriler yarım saat sonra sakin biçimde sonlanmış, vatandaşlar dağılmıştı.

Bu olay Sistem'in küresel medyası tarafından dünyaya son dakika olarak haber geçilecekti: “Hama'da on binler Esad karşıtı gösteri yürüyüş başlattı”. Sonra gösteride olaylar çıkacaktı. Ölüler, yaralılar vardı(!) Koca bir yalan. Kayıtlı bir yalan.

Küresel yalanlar, söylenmeye devam ediyordu. Bu ve daha fazla örnek için, Türkiye Dostluk Komitesi üyelerinin açıklamaları video sitelerinden yada buradan izlenebilir.

Bu Sistem medyası, küresel medya değil miydi, ABD'nin Irak saldırısını “Özgürlük Harekâtı” diye sunan?

Reuters Haber Ajansı değil miydi, 1914 yılında Osmanlı'ya karşı dünyaya “Mavi Kitap” yalanını anlatan ve “Türkler Ermenilere soykırım uyguluyor” ve de “Türkler Rumlara karşı kitlesel katliamlar yapıyor” diyen ve bu yalanların günümüze kadar ulaşmasını sağlayan!

Bu küresel basın yayının ve ajansların tarihlerini, kurucularını, patronlarını ve onların ilişki ağlarını bilmemiz gerekir ki, Sistem'in bu Suriye saldırısının öncesini daha iyi okuyabilelim, küresel yalanları ve gerçekleri ayırt edebilelim.


Suriye'ye Karşı Siyonist-Haçlı Ordu

Sistem medyası, batıda (ABD ve Avrupa) olan olayları ya hiç vermiyor, ya kısıtlı veriyor. Ancak Suriye vb. hedef ülkelerde olan olayları ise sürekli bire bin katarak veriyor, işgale meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Suriye'de yeni bulunan 300 milyar m3 doğalgaz, küresel paylaşıma hazırlanıyor. Lokmasını paylaşmak istemeyen sırtlan güçler, bugün birbiriyle mücadele ediyor, Suriye bekletiliyor, kontrollü bir kaos var. Aralarındaki mücadele bitince, anlaşma sağlanınca, “yemeğe geçilecek”.

Türkiye ise bu aşamada ne yapıyor? Müzakere ediyor yardımcı oluyor gibi görünerek Suriye'ye tehditler yağdırıyor.

Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim bizlere, tüm Müslümanlara ve insanlara ne emrediyor (Hucurat suresi 9. ayet): “Müminlerden iki zümre çarpışırlarsa, onların aralarında hemen barışı kurun!

Türkiye, Libya'da ne yaptı? İşgalci ABD'nin tarafını aldı. ABD ve Fransa uçakları NATO adı altında Libya'yı, Libya Müslümanlarını bombaladı. ABD uçakları Libya'yı bombalamak için nereden kalktı, hangi hava üssünden? Bunların kaçı Türkiye'den ve İncirlik Üssünden gitti? Bu da mı yetmedi de İzmir'deki NATO üssü, Libya'ya yapılan saldırıların komuta merkezi/beyni yapıldı! Türkiye, Libya'daki grupları barıştırmak, arabuluculuk yapmak yerine onların tepelerine bomba indirecek işgalci güçlere yardım ve yataklık etti, destek verdi.

Bugün Suriye'de ne yapılıyor? Suriye muhalifleri Türkiye'de toplantı üstüne toplantı yapıyor, küresel petrol şirketleriyle pazarlıklar ediyor... 300 milyar metreküplük doğalgazın paylaşımı, petrolün paylaşımı...

Sistemin derdi yalnızca Suriye'ye girip zenginlikleri sömürmek midir? Hayır. Hazır gelmişken(!), Suriye bölünecek ve kuzeyinde bir Kürdistan kurulacaktır. Irak Kürdistan'ına komşu, Türkiye'ye komşu bir Kürdistan. İsrail Kürdistan'ını kurma projesinin bir ayağıdır, sömürme projesinin bir ayağıdır Suriye işgali.


Sistem Önceden Haber Vermişti

Görüşleri bize ve barış isteyen dünyaya ne kadar farklı gelirse gelsin o gerçekten deha bir isimdir, Yahudi kökenli Samuel Huntington, yani Sam Amca! Medeniyetler Çatışması adlı eseriyle (proje/tebliğ) tüm dünyada tanınırlığını en üst noktaya çıkartmıştır.

Sistem'in projecisi Huntington'un bu coğrafya açısından yani Türkiye açısından farklı bir önemi vardır. Çünkü, medeniyetler çatışmasının ilk kıvılcımının çıkacağı, kırılma noktasının ilk yaşanacağı yer olarak Türkiye coğrafyası gösterilmektedir! ABD'nin bir devlet politikası olarak uygulamaya koyduğu ve 2003 yılında Condoleezza Rice'ın Genişletilmiş BOP olarak açıkladığı “Fas'tan Pakistan'a 22 ülkenin sınırları değişecek (Türkiye dahil)” tebliği “Medeniyetler Çatışması”ndan ayrı okunabilir mi? Irak, Medeniyetler Çatışması'ndan ayrı okunabilir mi?

Sırada Suriye vardır. Suriye işgal edilirse, ABD ve İsrail karşıtı İran bölgede yalnız kalacaktır, sıra İran'a gelecektir, İran artık Sistem'in nefesini ensesinde hissedecektir.

Suriye işgal edilirse, Lübnan ve Filistin düşecektir. Suriye desteği olmayan bir Filistin'in ömrü tükenme noktasına gelecektir.

Suriye işgal edilirse, adı yine Suriye Arap Cumhuriyeti olmaya devam edecek ama gerçekte Suriye, Suri-İsraili Devlet olacaktır. İsrail, şimdikinden de öte bölgede istediği gibi at oynatacaktır. (Suriye-Filistin-Mısır meselesini ayrı bir makale olarak, bu makaleden yaklaşık bir hafta sonra yayınlayacağım.)

Suriye işgal edilirse, bölünecektir. Bu bölünme, Türkiye'yi bir biçimde etkileyecektir!

* * *

16.Ağustos.2011 günü Bakan Davutoğlu, Konya'daki iftar yemeğinde “Irak'ta yaşanan acıların Suriye'de yaşanmasını istemiyoruz” diyerek, Suriye'yi tehdit edecekti.

17.Ağustos.2011 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland, Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Suriye seyahatini, Devlet Başkanı Beşşar Esad'a son bir şans vermek için yaptığını ancak “Esad'ın bu son şansı boşa harcadığını” söyleyebilecekti, geri sayım başlamıştı.

Suriye'ye karşı girişelecek şeytani işgalde Türkiye rol üstlenecektir, belki daha sonra da İran'a karşı. Bunun pazarlığını da “Bu Sonbaharda Karayılan ve Kandil Ekibi Yakalanacak” adlı makalemde belirttim. Karayılan ve terör örgütü PKK'nın Kandil ekibi, belki Dohuk ve Erbil'deki PKK beyin takımı Türkiye'ye verilecek/Türkiye'nin almasına müsaade edilecek, Türkiye içinde de büyük PKK yakalama/tutuklamaları olacaktır, yemin etmeyen bazı BDP milletvekilleri tutuklanacaktır! Bunun karşılığında da Türkiye, Suriye'ye karşı fiilen bir güç olarak yada yardım ve yatalık ederek işgalde Sistem'in, ABD'nin yanında olacaktır. Bu makaleyi yazdığımda, daha Kuzey Irak'a ve Kandil'e hava harekatı düzenlenmemişti, kara harekatı konuşulmuyordu bile.

16.Ağustos günü Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ne dedi, “Yani askerliğin kısaltılmasıyla ilgili de bir çalışmamız yok. Onu çok net olarak söyleyeyim, askerliğin kısaltılmasıyla ilgili hiçbir çalışmamız yok.

Savaşa girecek, coğrafyasında savaşlar yaşanacak bir ülkenin askerlik süresini kısaltması yani silah altında olan asker sayısının azalması ve süre kısalığı nedeniyle asker niteliğini düşürmesi, nitelik ve niceliğini kendi eliyle zayıflatması beklenemez. ABD'den, İsrail'den, Fransa'dan ve elbet Türkiye'den Suriye'ye karşı savrulan ve her gün bir yenisi eklenen savaş tehdidine, Milli Savunma Bakanı'nın açıklaması da farklı bir yön katmıştır. Yap-bozdaki parçalar tamamlanmaktadır. Yap-boz'da, Suriye işgalinin resmi vardır.

Türkiye, Sistem'in çıkarlarına hizmet edecek Yahudi ve Hıristiyan birliğinin/gücünün olası Suriye saldırısında, asla bu oluşumla birlikte hareket etmemeli, onlara yardımcı olmamalı, aksine, Osmanlı'yı örnek alarak haçlı saldırısına karşı koymalıdır, Mustafa Kemal'i örnek alıp emperyalizme karşı koymalıdır.

Esad'ı desteklemek için yada Suriye'deki “enerji” kaynaklarından pay almak için asla değil. Bağımsız Suriye, Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünün ve milli güvenliğinin korunması, üniter devletin bekası, İran'ın ve Filistin'in varlığı için elzemdir. Türkiye coğrafyasının sükuneti ve barışı için elzemdir.

Suriye'de savaş istemiyoruz
Yeter artık işgallerinize!
Yalanlarınıza inanmıyoruz
Yeter artık şeytanlığınıza!

TEVFiK BiR / 19.Eylül.2011


16 Eylül 2011 Cuma

Piramitteki Göz - Küresel Ekonomik Sistem (Tamamı)


Piramitteki Göz - Küresel Ekonomik Sistem


Bankada hesabınız var mı? Peki hesabınızda paranız var mı? Kredi kartınız var mı? Kredi kartına borcunuz var mı, faiz işliyor mu? Kredi kartınız yok mu? Bu soruların birine evet dediniz mi? “Altın bu aralar çok çıktı”, “dolar/avro çok çıktı” yada “borsa çok düşmüş” gibi bir konuşmada bulundunuz mu yada bunu size söyleyen birisi oldu mu? Yıllık izninizde tatile gitmek ister misiniz, bunun için ayırabileceğiniz paranız var mı? Bankadan kredi kullandınız mı? Çay içerken şeker kullanıyor musunuz? Çikolata yer misiniz? Kaç adet gömleğiniz ve tişörtünüz var?

Bu yazıda kurumlarıyla, yalanlarıyla, açıklanmayan ve gösterilmeyenleriyle, dünyada ve ülkemizde var olan, savaşlar başlatan, insanlar öldüren “ekonomik sistemi” anlatacağım. Bu öyle sıradan bir ekonomik sistem değil. Pek fazla iktisat kitaplarında yada internette bulabileceğiniz şeyler değil. Lütfen ikinci yazının sonunda dönüp, üst paragraftaki soruları kendinize yeniden sorun! (Bu konuları anlatmak, haliyle yazının biraz uzun olmasına yol açtı, yazıyı iki parça halinde yayınlıyorum. Bir dizi başında 2 saat oturabilen toplumun, yazıyı okuyup gerçekleri göreceğini düşünüyorum!)

* * *

Yıl 1944. İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa yıkılmıştır. Her anlamda yıkılmıştır. Milyonlarca insan ölmüş, beşeriyet yıkılmıştır. Şehirler bombalanmış, kentler kasabalar yıkılmıştır. Savaş ekonomisi yüzünden, elde bir şey kalmaması yüzünden ülkelerin maliyeleri, bütçeleri yıkılmıştır.

ABD, her ne kadar bu ikinci dünya savaşının içinde yer almış olsa da, topraklarında ciddi bir saldırı görmemiştir. Savaş nedeniyle Avrupadaki gibi bir sıkıntı yaşamamıştır. Aksine yükseliş yaşamıştır, birikim yaşamıştır. Rockefeller gibi Hitler'e silah satan silah tüccarları, yada diğerleri gibi Avrupa'nın diğer ülkelerine silah satan tüccarlar, yada gıda vb. ihtiyaçları satan dönemin tüccarları sermaye birikimi yaşamıştır. Avrupa yıkılırken, ABD yükselmiştir.

Faiz paranın fiyatıdır, elde boş duran para fiyatlanamamakta, para ile para kazanılamamaktadır. İşte ABD'de biriken bu paranın “kiralanması”, borç olarak, kredi olarak, çeşitli isimlerle ihtiyaç sahiplerine kiralanması gerekmektedir!

1944 yılında ABD'nin Bretton Woods kasabasında, tarihe “Bretton Woods Sistemi” olarak geçecek kararların alındığı, Bretton Woods antlaşmasının imzalandığı, dönemin üst düzey temsilcilerinin katıldığı toplantı yapılır. Toplantıya İngiltere adına “Makro ekonominin kurucusu”, “maliye ve ekonomi politikası alt bilim dallarının kurucusu” Prof. Keynes, ABD adına da Harry Dexter White katılmıştır. Üst düzey, yetkin isimlerin katılımı mevcuttur.

Bu büyük toplantı sonucunda bazı kararlar çıkar. Bu kararlar, dünya ekonomisini bugüne kadar, bugün dahi yoğun biçimde etkilemiştir. IMF ve Dünya Bankası'nın kurulması kararı çıkmıştır.

IMF'nin açıklanan amacı, o dönem için, 2. Dünya Savaşı nedeniyle batağa sürüklenmiş ülkelerin bütçelerine kısa vadeli krediler vererek, bütçe açıklarını düşürmek, yapısal reformlar için gerekli sermayeyi oluşturmak, yani kısa vadeli finansal ve teknik destek sağlamaktır. O gün bugündür IMF, ülkelere kısa vadeli borçlar verir, “teknik destek” adı altında ülkeleri bağımlı ve batak konuma sürükler. Önce parayı verir, sonra parayı veren düdüğü çalar diyerek perde arkasında yönetimleri ele geçirir.

Dünya Bankası'nın (DB) o dönem açıklanan kuruluş amacı ise, yıkılan şehirlerin tekrar kurulması için, Avrupa'nın yeniden ayağa kalkması için, yeniden yapılanma ve kalkınma için, genellikle altyapı projelerine uzun vadeli krediler vermektir. Günümüzde de Dünya Bankası, altyapı projeleri için ülkelere uzun vadeli krediler vermektedir. IMF ile paralel biçimde hareket eder, önce parayı verir, sonra da borçlu ülke yönetimlerine “Bak bize bu kadar borcun var, BM'de şu yönde oy kullan, şu ülkeye işgalimizde yardım et” gibi telkinlerle düdüğü çalar.

IMF ve DB'nin genel merkezleri ABD'nin başkenti Vaşington'dadır. IMF ve DB'nin en büyük finansörleri olarak da, bugünün Sistem patronlarından meşhur Yahudi Rockefeller ailesini (ABD) ve Yahudi Rothschild ailesini (ABD) görüyoruz. (Sistem: Dünyayı yöneten derin güç. Yani, CFR, Bilderberg, Trilateral ve bunların altında yer alan irili ufaklı örgütler ve bunların yöneticisi olan her milletten gelen ancak milliyet farklılığına önem vermeyen, adeta paraya tapan, İbrani asıllı yapı, şeytanın kralları).

Kuruluşların patronları da sermayedarları kadar vahşidir. DB'nin bir önceki Başkanı, Paul Wofowitz'di. Paul Wolfowitz, Başkan 2. George Bush döneminin Savunma Bakan Yardımcısıydı (Donald Rumsfeld'in yardımcısı) ve ABD'nin Irak işgali planının öncülerindendi. Bu görevden sonra Dünya Bankası Başkanı oldu. IMF ve Dünya Bankası, böyle bir sistemdir.


Benjamin Franklin İşgale Devam Ediyor

Meşhur Bretton Woods toplantısına geri dönelim. O toplantıda alınan kararlardan biri de, ABD dolarının (USD) altına endekslendiği/sabitlendiği (35 dolar = 1 ons altın) ve her 1 ABD dolarının altın karşılığı basılacağı açıklamasıydı. Yani bir kimsenin/ülkenin elinde kaç dolar varsa, bunun karşılığı altın ABD'de olacaktı, kişi ABD'ye dolar verip karşılığında altın alabilecekti. Yani dolar sabit kur sistemine geçecekti.

Bu kararla birlikte, Amerikan doları dünya parası haline geldi, Merkez Bankalarınca altın yerine Amerikan doları depolanmaya başladı, dolar rezerv para oldu. Yani küresel işgalin finansal ayağı o gün başladı.

Para gücü getirir, bu toplantıyla ABD parası dünyaca kabul edilmiştir, aslında ABD'nin üstünlüğü ve gücü kabul edilmiştir.

Tüm dünya Merkez Bankaları, tabiri caizse deli gibi dolar stoklamaya başladılar. Ülke vatandaşları, ülke milli paralarının yanında (kimi zaman artık yerine) dolar da tutmaya, kullanmaya başladılar (dolarizasyon). (Bugün dahi Türkiye'de bireysel döviz hesaplarında 100 milyar dolar vardır)

ABD bastıkça dünya bu parayı almaya başladı. ABD, üretmeden “para kazanmanın”, güçlenmenin yolunu bulmuştu. ABD ekonomisi güçleniyor, küresel bankerler paralarına para katıyordu. Ülkeler üretiyor, ABD matbaadan para basıyor, hiçbir emek harcamadan bu parayla üretimi satın alıyordu. ABD 5 cent maliyetle 100 dolar üretiyordu (senyoraj). Sonra bu basılan paralar, bu ülkelere çeşitli yollarla, IMF ve DB ile borç olarak yüksek faizler karşılığı verilmeye başlıyordu. Aslında ekonomiler batağa doğru giden bir kısır döngüye girmişti.

İşte bu süreçte, Fransız Cumhurbaşkanı De Gaulle ile Alman Başbakan Adenauer, ABD'nin altın karşılığında dolar basmadığını, karşılıksız dolar bastığını fark ettiler, bir plan yaparak başbaşa verdiler. Piyasadan dolar çekmeye ve bu dolarları götürüp ABD'ye “Al doları, ver altını” demeye karar verdiler. ABD, bu dolarlar karşısında altın veremeyince, altın karşılığı dolar sisteminin aslında yalan olduklarını ispatlayacaklardı.

Dünya'nın en büyük altın üreticisi Rusya'yı da, “al doları, ver altını” talebinden sonra ABD'ye altın satmaması için bilgilendirdiler. Çünkü ABD bastığı dolarlarının karşılığında elinde altınının olması gerekiyordu, ABD yalanını gölgelemek için derhal altın bulma yoluna gidememeliydi.

Uzatmayalım, ABD bu planı fark etti, '68 hareketini, '68 gençliğini çıkarttı. Bir şekilde bu olaylar, De Gaulle'ü koltuğundan etti. 68 gençliği ve ideolojisi, ABD'nin istediği sistemi daha rahat sürdürmesini sağlıyordu aslında. Bu ayrı bir konu, girmeyelim.

Ancak daha sonra, 1971 yılında, bütçe açığı verilmesi ve ekonomik sorunların çıkması nedeniyle ABD, Bretton Woods antlaşmasından çekildiğini, doların altına dönüştürülebilirliğini kaldırdığını açıkladı. Yani, ülkelerin elindeki dolarlar artık yalnızca bir kağıt parçası olmuştu!

Değerini kaybetmiş bir dolar karşısında, altın hızla yükselmeye başladı. Bakın bu durum günümüzde yaşanan, ABD dolarının ve Euro'nın itibar kaybetmesi ve (spekülatif hareketleri bir nebze görmezden gelirsek) altının hızla değer kazanması durumunun ilk örneğidir. Bugün tarih tekerrür etmektedir.

1971 dolar krizinin akabinde, altında yükseliş başlar, OPEC kurulur, petrol krizi baş gösterir ve Yom Kippur Savaşı ile küresel ekonomik kaos derinleşir. Küresel sistemde paranın rotası değişmektedir, paranın geliş ve gidiş yolları tıkanmaya başlamıştır.


Şeytan Serbestleşiyor

1944 yılında IMF ve Dünya Bankası'nın kurulması kararlaştırıldı dedik ve 1944-1974 arası süreci bu iki kurum ve altın-dolar sistemi kapsamında anlatmaya çalıştık.

IMF, 1947 yılında fiilen çalışmaya başlar. Dünya Bankası, 1947 yılında Birleşmiş Milletler'in özerk uzman kuruluşu olacak statüye alınır.

1948 yılında da, Dünya Ticaret Örgütü'nün kökleri salınır, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması (General Agreement on Tariffs and Trade) kısa adıyla GATT kurulur. Dünya ticaretinin, günümüz küresel ticaretinin ilk adımları artık atılmıştır. GATT, ticaret serbestisi için, Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) büyümesi ve hakimiyetlerini kurmaları için, gümrük tarifelerinde indirime gitmeyi, ithalat vergilerini azaltmayı, uluslararası ticaretin önündeki engelleri kaldırmayı ve ticarette ayrımcı uygulamaları ve bürokrasiyi kaldırmayı amaçlar.

Piyasalaştırılmış toplumlar için, üretmeden tüketen toplumlar için, tasarrufu unutup sınırsız tüketen toplumlar için, borçlanarak tüketen toplumlar için, yıkıcı etki yaratan bir antlaşmadır. Daha doğrusu bu antlaşmalar ve bu gelişmeler ile toplumlar bu saydığım biçimde şekillenmeye başlamıştır.

Öncesinde bir kişi üç gömlek ile ihtiyacını karşılayabiliyor ve mutlu oluyorsa, artık on üç gömlek giyecek ve bu ona yine de yetmeyecektir. Toplumlara sürekli olarak “tüket, umarsızca tüket” propagandası yapılmıştır. Ticaret serbestleşmiş, ithalat kolaylaşmış ve ucuzlamıştır.

Bugün krize doğru giden Türkiye'nin en büyük sorunu “büyük cari açık”, “büyük dış ticaret açığı” ve “tasarruf yerine bireysel kredilerin/borçların artarak çoğalmasıdır”. İthalata dayalı bir tüketim toplumu olmamızdır. Bunun temellerini, tarihi başlangıcını görüyoruz.

1961 yılında OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) kurulur. Kuruluş döneminde amacı üye ülkelerin ve Avrupa'nın Amerikan Marshall planı çerçevesinde kalkınmasıdır!

Daha sonra OECD'ye daha “kutsal bir vazife yüklenmiştir”: Finansal istikrarın sağlanması, Ekonomik genişleme politikalarının uyandırılması (ülkelerin borçlanmasının normal karşılanması ve borç yükünün artırılması gerektiğinin “kibarca” ifadesidir. Bugün Yunanistan'ı, İspanya'yı, Portekiz'i, İtalya'yı, İrlanda'yı, İzlanda'yı görüyoruz, borç yükü yüzünden kıvranıyorlar, Türkiye de bu kapsama önümüzdeki 10 yıl içinde girebilir), Dünya ticaretinin geliştirilmesi, Demokrasi-insan hakları ve yurttaş özgürlüğüdür. OECD'nin genel merkezi Fransa'nın başkenti Paris'tdir.

Ardından 1980'lerle birlikte Hizmet Ticareti Genel Antlaşması (General Agreement on Trade in Services) yani kısa adıyla GATS yürürlüğe girer. Ticaretle birlikte hizmetin de serbestliği gelir. Yani, bir kişi bir başka ülkede kamusal hizmet sektöründe (şartları sağlayabiliyorsa) çalışabilecektir, bunun önündeki engeller kaldırılacaktır. Böylece işsizlik sorunu çeken ülkeler, görece işsizlik sorunu çekmeyen ülkelere doğru yönelecek ve aslında işsizlik sorunu çekmeyen ülkenin yapısı sömürülecektir.


BASEL ve Şeytanın Küresel İşgali

1971 yılında ABD dolarının ve avrupa paralarının dalgalı kur sistemine geçişi ve 1974 yılında yaşanan petrol krizi sonucunda, uluslararası bankacılık piyasalarında büyük dalgalanmalar yaşanmıştır dedik. İşte bu sorunlara çözüm bulmak amacıyla, 1974 yılında İsviçre'nin Basel kentinde, Bankacılık Düzenleme ve Denetim Uygulaması Komitesi kuruldu. 1988 yılında da bu komite tarafından BASEL-1 uzlaşısı yani Sermaye Yeterlilik Uzlaşısı yayınlandı.

Bu uzlaşıyla, küresel bankerlerin (banka-finans şirketi sahiplerinin) istediği sistem, uzlaşıya katılan tüm ülkeler tarafından “kural” olarak kabul edilecektir. Yani, istenilen kriterlerin, “bilginin” tüm dünyaya “en iyi” olarak sunulup kabul etttirilmesidir. Uluslararası ekonomist ve stratejist Mete Akıncı'nın ifadesiyle BASEL-1 ile “bilginin serbest dolaşımı” sağlanmıştır.

Yıllar geçer, BASEL-1 yetersiz görülür, günün ihtiyaçlarını karşılamaz, BASEL-1 ile istenilen bilgi/sistem dünya genelinde oturtulmuştur. 2004 yılında BASEL-2 devreye sokulur. Yeni teknik kriterler getirir. Sermaye yeterlilik rasyosu formülü değişir. BASEL-2'yi sn. Mete Akıncı “sermayenin serbest dolaşımı” olarak adlandırmaktadır.

GATT, ticaretin serbestleşmesiydi. Şimdi ticaretle ilişkili paranın yani sermayenin serbest dolaşımı da, ticaretin bankacılık ayağı da BASEL-2 ile sağlanmaktadır.

Dünya bankacılık sistemini ve bunun araçlarını, örneğin “çek”i dünyada ilk olarak Tapınak Şövalyeleri bulmuştur, kurmuştur. İslamiyetin ve hatta Katolik Hıristiyanlığın “haram” olarak nitelediği faiz ve kredi sistemi protestanlar, evangelist protestanlar ve Yahudiler “helal” olarak görürler.

BASEL'ler ile aslında, bu “haram” bankacılık sistemin değiştirilmesinin, dünyada (belki) yeni bir bankacılık sisteminin keşfinin önüne geçilmiştir (bu asla bir aldatmaca olan “faizsiz bankacılık” sistemi demek değildir).

Bireyler için banka ile çalışmak artık elzemdir. Kredi kartları, “enflasyona karşı kalkan konumunda olan mevduat” ve A tipi B tipi fonlar, maaşların banka hesaplarına yatmak zorunda olması, bankaların hesap işletim ücreti olarak senelik 70-80 TL para kesmeleri... Banka, tasarruf mevduatı sahibine 1 birim faiz öderken, bu parayı 5 birim karşılığı kredi adı altında tefecilik mantığıyla kiralamaktadır ve bugün milyarlarca (eski parayla da söyleyelim, rakamın ciddiyeti anlaşılsın, katrilyonlarca) dolarlık kârlar elde edilmektedir.

Bu BASEL sistemleriyle bir banka, örneğin 3 milyar dolar senelik net kâr sağlarken, ertesi sene senelik net kârı 2 milyar dolara düştüyse, hemen uluslararası kriterleri sağlayabilmek için, kârını yine yükseltebilmek için, binlerce kişiyi işten çıkarabilmektedir. Halbuki 2 milyar dolar yada 1 milyar dolar bile, o bankanın sahibinin 777 sülalesinin 77 senelik hayatını idame ettirmesi için yeterli bir düzeydir. Bankanın, varlığını devam ettirebilmesi için de yeterlidir. Ancak BASEL'lerle, bu gibi düzenlemelerle “Paraya Tapanlar Topluluğunun” yöntemleriyle, insan değil para odaklı bir küresel finans sistemi oluşturulmuştur. Kredi borcunu ödeyemeyen binlerce insan intihar etse de.


Ve Tapınakçılar Dünya Ticaret Örgütü'nü Kurar...

Devam edelim. Bu BASEL-1, BASEL-2, GATT ve GATS antlaşmaları ile temelleri atılan Sistem'in para ayağı 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) adıyla kurulmuştur. Bu öyle kapsayıcı ve kapsadığı alanda kişileri (gerçek ve tüzel) öyle mahkum edici bir yapıdır ki, DTÖ'nün dışında kalmak, dünyanın dışında kalmak anlamına gelmiştir. Çin bile bu yapının dışında kalamamıştır, 2001 yılında DTÖ'ne üye olmuştur.

Aslında bu tarihten sonra Çin'in küresel sisteme entegre ancak Sistem'e karşı büyümesi de başlamıştır. Rusya, DTÖ'ne girmek istemektedir, henüz üye değildir. DTÖ'nün genel merkezi İsviçre'nin Cenevre kentindedir.

GATT'ı BASEL-2 tamamlamaktadır demiştik. GATS, hizmetin ancak daha çok kamu hizmetlerinin taşeronlaşmasını, sözleşmeli memur sisteminin yerleşmesini ve bunun yabancılara açılmasını öngören bir antlaşmaydı. Bunun bankacılık ayağı da BASEL-3 ile gerçekleşecektir, BASEL-3 uzlaşısı devreye girmesi için hazırlıklara başlanmıştır, 2015 yılında resmen yürürlüğe girecektir. Mete Akıncı, BASEL-3'ü “bankacılık hizmetinin serbest dolaşımı“ olarak adlandırmaktadır.

Sizin Ziraat Bankanız 1500 personel alırken, Vakıfbankınız 600-1000 personel almışken, İş Bankanız ve diğer özel sektör bankalarınız fiilen büyürlerken, eleman alırlarken, aksine Citibank, HSBC gibi küresel bankalar Avrupa ve ABD'de binlerce çalışanının işine son veriyor. Bir ülke bankacılık sektöründe işe alım varken, Avrupa ve ABD bankalarında ise işten çıkarma var.

Sistem her açıdan sömürüyü hedefler. BASEL-3 ile, yabancıların Türkiye'de banka çalışanı olabilmesinin yolu açılıyor. Avrupa-Amerika'da bankalar işe alım yapıp, Türkiye'de işten çıkarmalar olsaydı, BASEL-3 dile getirilmezdi, bekletilirdi. Ta ki bugünkü gibi bir yapı ortaya çıkana kadar!


Piramidin Gözü Üstümüzde

Bretton Woods, doların rezerv para yapılması, sabit kur ve dalgalı kur, döviz ve altın piyasası ilişkisi, IMF, Dünya Bankası, GATT ve GATS antlaşmaları, BASEL-1,2,3 uzlaşıları, Dünya Ticaret Örgütü, OECD'nin yapısından ve 1944'ten bugüne küresel finansal ve ekonomik süreçten bahsetmeye çalıştım.

Dünyanın ekonomi politikalarını (maliye politikası ve para politikası kapsamında) tek tipleştirmeye çalışan, düzenleyen, yöneten, kontrol eden, yıkan ve yeniden inşa eden, sermayenin belirli ellerde toplanmasını sağlayan, dünya insanlarını belli kalıplar içine hapseden sistemdir bu, neo liberal ekonomi deniyor, vahşi kapitalizm deniyor. İdeolojilere göre, bu sistemin adı da değişiyor.

Asgari ücreti, çalışanın ve emeklinin sosyal haklarını, sendikalaşmayı ve sendikasızlaşmayı düzenleyen, yoksulluk ve yoksunluğu dünya insanlarının kaderi haline getiren ancak dünyamızın şuan temelinde yer alan sistemin kurumlarıdır bunlar. BM ve onun alt birimlerine yazımda girmedim. O da başlı başına bir konudur. Küresel soygunu düzenleyen birimdir. İşgalleri meşrulaştıran ve toplumların ve “saf” devlet yöneticilerinin gazını alan mekanizmadır. Bugün Somali açlıktan kırılırken, bu küresel sistemin kaymağını yiyen tabakada, tabaka tabaka yağlar oluşmuş, obeziteden kırılıyorsa, sebep bu sistemdir.

Bugün dünyada işgaller ve sözde devrimler yoluyla yeni bir paylaşım savaşı var, işgaller var, saldırılar var, savaşlar başlıyor, başladı. ABD, birkaç ay içinde Suriye'ye girecek gibi görünüyor. Askeri savaş varsa, aynı anda aslında bunun temelinde ekonomik savaşlar da var demektir.

1. Dünya Savaşı, benmerkezci bakış açısıyla, Osmanlı İmparatorluğu'nun kaynaklarının paylaşılması mücadelesiydi. İnsanları öldürüp, ülkeleri bölüp, ekonomik varlıklara el koyma mücadelesiydi.

2. Dünya Savaşı, büyüyen silah sanayinin ve gözü dönen devletlerin dünya varlıklarını işgali, Avrupa'nın kendi içindeki ekonomik savaşıydı, sermayenin yeniden şekillenmesiydi, el değişimiydi.

Bugün 3. Dünya Savaşı'nın yaşandığını görebiliyoruz, içindeyiz. Dalga dalga geliyor savaşlar, işgaller. Varlıkların paylaşılması, ele geçirilmesi söz konusu.

Ülkeler Sistem'e bağlanıyor, toplumlar amaçsız piyasa toplumlarına dönüştürülüyor.

Tek tişörtle üç televizyon kanalıyla çayı şekersiz içerek mutlu olan insanlara, dönüşümle ardından 30 tişört 30 televizyon kanalı yetmez oluyor (aptal kutusunun askerleri, orduları olduk). Çaydaki şeker, ikiye üçe çıkıyor. Çikolataların, glikozun, fruktozun sonu gelmiyor.

İnsan vücudundaki kanser hücreleri bu tip “yapay” şekerlerle besleniyor, insanlar değil toplumlar, yüzbinler kanser hastası oluyor, şeker hastası oluyor, ilaç şirketleri kanserli hasta başına yüzbinlerce dolar para kazanıyor, devletlerin sosyal güvenlik sistemleri çöküyor, hükümetler bu delikleri kapatabilmek için borçlanıyor. Sistem kendisini yeniden üretiyor.

Sürekli daha fazlasını isteyen, ulaşamayacağı varlıklara sahip olmak isteyen, piyango, futbol kumarı/iddaa/spor toto, para yarışmaları ve yolsuzluk ekonomisi hapsine atılan insanlar.

Sistem'e borçlanması için ve ömrü boyunca aslında Sistem'e çalışması için insanların ceplerine konulan kredi kartları, verilen “geleneksel krediler”, yeter ki borçlansın diye verilen bireysel ihtiyaç kredileri, taşıt kredileri, konut kredileri, tatil kredileri...

Borçlu, hasta, mutsuz ve kukla insanlardan oluşan hastalıklı toplumlar ve onların “sağlıklı değerlendirmeyle” seçtikleri(!) iktidarlar, şov hükümetleri, sözde demokrasiler...

Milyarlarca dolar kâr eden bankalar, finans şirketleri. Kârları yüksek gelince, bu bankaları alkışlayan toplumlar, mutlu olan “iktisatçılar”, uzmanlar. Ekonominin gidişatını banka kârlarıyla orantılı değerlendiren mantık.

Nerede gelir dağılımındaki adalet, nerede kayıt dışı ekonomiyle mücadele, nerede hakkıyla hak olanı kazanmaya çalışan helal peşinde koşan toplum, nerede %10'luk işsizlere %18'lik genç işsizlere çare bulacaklar? Ekonomiyi, para politikası ve fiyat istikrarı olarak gören bürokrasi, siyaset, finans sektörü ve küresel sistem.

Uzunca yazdım. Ben aslında piramidi ve piramidin üstündeki gözü anlatmaya çalıştım.

TEVFiK BiR / 29.Ağustos.2011

Telif Bilgisi

© 2009-2017 tevfikbir.com , tevfikbir.blogspot.com. Tüm hakları saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeksizin alıntı yapılamaz.

" Tevfik BİR - www.tevfikbir.com " biçiminde kaynak gösterilerek makalelerden alıntı yapılabilir.