Küresel Analiz
Yıl 28 Haziran 1914. Avusturya veliahdı, bir Sırp’ın düzenlediği suikast sonucu öldürülür. Bu olay neticesinde bir çok ülke birbirlerine savaş ilan eder. Bu savaşın tetikleyicisi bu suikast olmakla birlikte, savaş ilanlarının, ölecek milyonlarca kişinin ve yıkılacak imparatorlukların nedeni bu suikast değildir. Olsa olsa yalnızca bir “bahane” olabilir. 19. yüzyılda genelde içe kapalı bir ekonomik model yürüten, başını İngiltere, Almanya ve Fransa’nın çektiği Avrupa devletleri, 20. yüzyıl ile birlikte iç gelişimlerini (bilhassa ekonomik, askeri, teknolojik alanlarda) tamamlamışlardır. Üretimlerinde yaşadıkları kapasite artışını karşılayacak “hammaddeye” (doğal kaynak, insan gücü…) ve ürünlerini ihraç edecekleri pazarlara gereksinim duymuşlardır. İşte bu ülkeler hammadde sorununa kaynak bulma ve ürünlerini pazarlayıp ihracatı artırma (para kazanma ya da sömürme de diyebiliriz) gereksinimlerinin yanıtını “Savaş”ta bulmuşlardır. Biraz daha güncel tabirler kullanacak olursam, “Emperyalist devletlerin kapitalist amaçları doğrultusunda yürüttükleri kanlı paylaşım savaşı”.
Bunca tarihi bilgiyi aktarmamın nedeni, 2001 yılından itibaren başlayan “örtülü 3. Dünya Savaşı”nın daha iyi anlaşılması içindi. Amerika’nın 11 Eylül tarihinde vurulması, 2001 sonrası dünya siyasi ve askeri konjonktürünün yeni bir düzlem içine girmesine neden olmuştur. Vurulan yerlerden biri olan Pentagon, askeri bir karargahtır. Vurulan yerlerden bir diğeri ise İkiz Kuleler olarak bilinen Ticaret Merkezleridir. İkiz kulelerin vurulmasının bence daha büyük bir anlamı var. Amerika ekonomik açıdan yıkılmak istenmiştir. Ya da Amerika’nın ekonomik üstünlüğü yıkılmak istenmiştir.
Bu saldırının hemen ardından “Çin”e ve “İran”a komşu olan Afganistan, ABD tarafından ele geçirilmiştir. Daha sonra ise “İran”a, “Türkiye”ye ve “Suriye”ye komşu olan “Irak” ele geçirilmiştir. Birinci dünya savaşında “suikast” bahane öne sürülmüşken, bu sefer ise “demokrasi yok” ve “kitle imha silahları var” bahaneleri öne sürülmüştür. Öne sürülen nedenler değişse de biliyoruz ki esas amaç bir asırdır değişmeden varlığını korumaktadır.
ABD şu an küresel bazda iki politika yürütmektedir. Birisi, büyük petrol rezervlerini, tatlı su kaynaklarını, uranyum gibi bor gibi kıymetli madenleri ve kutsal toprakları ülkesinde barındıran Suriye, İran ve Türkiye’nin ele geçirilmesi planıdır. Bu plan dahilinde ise bahane “İRAN’ın İsrail’e karşı tehdit oluşturabileceği, ülkede anti-demokratik uygulamaların bulunduğu ve nükleer silahların üretildiği’dir. Muhtemelen plan çerçevesinde fiilen ele geçirilmek istenecektir. SURİYE ise, “küresel terör örgütlerine destekte bulunmak ve ülkesinde anti-demokratik uygulamalara yer vermek” suçlamasıyla fiilen ele geçirilmek istenmektedir. TÜRKİYE ise acaba ele geçirilmiş midir? Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında da düşünürsek İran, Suriye ve Kuzey Kore şer eksenini oluşturmaktadırlar (Irak ele geçirildiğine göre artık tehdit algılamasına muhatap olmayacaktır).
Amerika’nın küresel bazdaki ikinci planı ise 2020’li ve 2030’lu yıllarda ABD’den bir çok alanda ileriye geçmesi düşünülen Çin’i askeri ve ekonomik alanlarda çevrelemek ve bu ilerlemeyi çeşitli yöntem ve projelerle kayıtlamaktır. Özellikle şu son 6 aydan beri Amerikan Araştırma Enstitülerinin Çin ve ABD öngörülerinde bulunmaları, ABD’nin bu konuya ne kadar önem verdiğini bize göstermektedir. Bölgesel bazda Çin, Rusya ve Hindistan’ın işbirliğine gitmesi ABD’yi süper güçlük sıfatından mahrum bırakacaktır. Bu üç ülkenin ekonomik, askeri ve uzay varlığı gücünü topladığımız zaman ABD ve müttefiklerinin ekonomik, askeri ve uzay varlığı gücünden fazla çıkmaktadır. Önümüzdeki 15-20 sene içerisinde de bu fark artık gözle görülebilir düzeye, herkesin bildiği bir düzeye erişecektir. Bu maksatla ABD’nin yalnızca kendisine güvenmesi, ittifaklarını eski müttefiklerle sürdürmesi, imkansız hale gelmiştir.
İşte kanaatimce burada devreye Büyük Ortadoğu Projesi ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi girmektedir. Fas’tan Pakistan’a kadar olan hattaki ülkelere tırnak içinde demokrasi, barış ve huzuru getirmek için ABD çılgınca bir atılım gerçekleştirecektir. Gerek işgaller gerekse de rengarenk devrimler ile bu projeler tamamlanacaktır.
Özetle ABD,
1-) Kendisine güçlü, büyük bir müttefik kazandırmak, bunun içinde Büyük İsrail’i yani Neo-İsrail’i kurmak isteyecektir. Toprakları İran, Suriye, Irak ve Türkiye’yi kapsayacak Neo-İsrail şimdiki İsrail ile kıyaslanamayacak türde, sayıda ve nitelikte büyük olacaktır. Belki de şuan ki ABD ile eş güçte bir devlet oluverecektir.
2-) Fas – Pakistan hattında ise, kendisi için gerektiğinde müttefik safta savaşacak hükümetler, iktidarlar ve milletler oluşturmak isteyecektir. Bu ise genellikle George Soros ve benzeri para babalarının yaratacakları sivil toplum örgütleri, basın-yayın gibi unsurlar sayesinde ve yapılacak renkli devrimler sayesinde olacaktır.
Haritayı önümüze açıp baktığımız zaman göreceğiz ki Türkiye’nin, Kıbrıs’ın ve Suriye’nin jeostratejik konumları bu saydığım planlar için birincil önemdedir. Ben Irak’tan sonra sıranın Suriye’de olacağını düşünmekteyim. Belki sonra sıra İran’a da gelir ama Türkiye ABD tarafından fiilen işgal edilebilir mi, şüphelerim var. ABD hem ekonomik hem de askeri açıdan çöker. Eğer ileriki tarihlerde Türkiye’ye ABD tarafından fiili operasyon yapılacaksa şu andan itibaren Türkiye’nin kesinlikle güçlenmemesi, büyümemesi, gelişmemesi gerekmektedir.
İkinci olasılığa göre, ABD Türkiye’yi fiilen işgal etmeyecektir ama kendisine şu anda olduğundan bin kat daha fazla bağlayacaktır. Şu anda olduğundan daha fazla, ülkemizi ve iktidarları “satın alacaktır”. Şu anda olduğundan fazla diyorum, çünkü şu anda da zaten kanaatimce ülke ABD’nin ve ABD uydularının güdümündedir.
Türkiye’nin elini kırmanın en güzel yöntemi, terörü hortlatmak ve yeni yeni terörler yaratmaktır. PKK terörünün beli kırılamamıştır ve kırılamamaktadır. Yalnızca askeri operasyonlarla bu tarz meseleler çözülmez, siyasi iradenin etkin kararları ve politikalarıyla bu meseleler çözülebilir. Böyle bir yapı beklenirken Başbakan “Kürt sorunu vardır” demektedir. Kürt kökenli bakanlar ise kendi bakanlıklarında “ırkçı” kadrolaşmalara gitmektedir. Bu konu ile ilgili biz, çözüm yerine durumun daha da çetrefilleştirildiğini görmekteyiz.
Türkiye’nin diğer elini kırmanın yolu ise, ekonomik açıdan onu bağlamakla olur. Kasım.2002’de 200 milyar $ olan kümülatif borç, bugün itibariyle 330 milyar $. Bu rakam ödenemez boyuttadır. Bakınız, Osmanlı borç alırken “halktan topladığı vergileri” kendisine dayanak göstermişti. Borçlar ödenemez, faizler ise zorlukla ödenir duruma gelince yabancı devletlerin adamları, banka patronları Duyun-u Umumiye idaresini kurdular. Bu idare devletten ayrı bir kolluk kuvveti oluşturdu. Önde yabancı alacaklı arkasında kendi kolluk gücü, devletin toplayacağı vergileri kendileri toplamaya ve devletin borcundan düşmeye başladılar. Ancak bunun sonucu Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı oldu. Günümüz Türkiye’sinde de gerek Dünya Bankası’ndan gerek IMF’den gerekse diğer kuruluşlardan borçlar “vergiler kaynak gösterilerek” alınmaktadır. Aradaki benzerliği kör gözler bile görüyor.
Devletin gelirleri; vergilerden ve devlet kuruluşlarının gelirlerinden oluşmaktadır pardon oluşmaktaydı. Şu an Telekom, Ereğli, Tüpraş, Limanlar… gibi isimlerini her gün bir çok kişinin ardı ardına ezbere sıraladığı “yüksek kâr getiren “kuruluşların büyük yüzdeleri satılmıştır. Bunun sonucu devletin gelirler kısmını oluşturan unsurlardan geriye “vergiler” kalmıştır. Gayrı Safi Ulusal Hasılamızın %55’ini borç faizine vermekteyiz. Sizce, bu ekonomik veriler ışığında hem borç faizlerimiz hem de borçlarımız ödenebilir mi? Benim bu konuda büyük şüphelerim var. Unutmayalım ki bu stratejik kuruluşlar da yine bu hükümet zamanında “Babalar Gibi..!” satılmıştır.
AB ile ilişkilerimizde artık “her söylenene evet” deme alışkanlığımızın Türkiye’nin uluslararası alanda nasıl bir prestij kaybına uğradığına burada bahsetmeme gerek yok. Uluslararası alanda sözü dinlenmeyen, yumruğunu masaya vuramayan ülkeler ise parmağın ucunda oynatılır. Diplomaside “Tilki kadar kurnaz, kurt kadar vahşi” olmak esastır. İşte bu hükümet zamanında (“bu hükümet” şu anda başımızda olduğu için “bu hükümet” deyip durmaktayım, yoksa AB ile ilişkiler çerçevesinde 2001 yılındaki uyum paketlerini çıkaranlar, idamı AB istedi diye kaldıranlar, yolsuzlukla mücadelenin sac ayağı olan 4422 sayılı yasanın içini boşaltanlar, Yüce Divan’da yargılananlar, bu hükümet değil tabi ki) AB ile ilişkiler “ver kurtul” düzlemine girmiştir.
Patrikhane ile ilgili gelişmeler ve AB’nin talepleri, AB’nin demokrasi ve özgürlük anlayışı bağlamında Güneydoğu’daki insanımızın rahat rahat pkk bayrağı açabilmesi, AB’nin hamiliğini yaptığı Osman Baydemir’in pkk’nın basın sözcüsü durumuna gelmesine rağmen İçişleri Bakanlığı’nın bu zatı görevinden almaması, Zanagiller grubu üyelerinin çalışmalarına izin verilmesi, Bülent Arınç’ın mecliste onurlarına “yemek” vermesi, Kıbrıs ile ilgili “ek protokolün imzalanması” ve her gün mail grubunda saydığım Irak’ta Kürtlerin bir Kürt devleti kuracak olmaları, bu isteğin benzerinin ileriki dönemde sözde aydınların ve boyalı medyanın onayıyla Türkiye’de de talep edilecek olması, sözde Ermeni soykırımı ve sözde aydınların tutumu vesaire vesaire… bin bir türlü melanet başımızdadır.
Özetle, bir yanda AB, bir yanda ABD kıskacındaki ülkemizin geri dönülmesi imkânsız olumsuzlukları yaşaması Atatürkçü, Vatansever, Atatürk milliyetçisi (güncel tabirle ulusalcı), anayasal ilkeler ve hukuk çerçevesinde düşünen, Hakka inanan insanların Kuvayi Milliye adıyla çalışmaya başlamalarına ve birleşmelerine yol açmıştır. Çünkü artık günümüzde sağ sol anlayışı yoktur. Ulusal - ulusal olmayan, milli – gayrı-milli anlayışı mevcuttur. Artık en sağından en soluna kadar bu saydığım Kuvayi Milliye ruhunu hisseden herkes bir olmaya başlamıştır.
Hulki Cevizoğlu’ndan Sinan Aygün’üne, Vural Savaş’ından Mümtaz Soysal’ına, Sadettin Tantan’ından Yaşar Nuri Öztürk’üne, Ümit Özdağ’ından Arslan Bulut’una, Rauf Denktaş’ından Erol Manisalı’sına, Oktay Sinanoğlu’ndan Hasan Ünal’ına, Yeniçağ Gazetesi’nden Cumhuriyet Gazetesi’ne, Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği’ne, Atatürkçü Düşünce Derneği’nden Türk Ocağı’na kadar adını ve unvanını burada yazamayacağım bir çok isim artık Kuvayi Milliye ruhuyla harekete geçmiştir. Bu Kuvayi Milliyeci güçler kimi zaman ortak hareket etmeye, tek vücut olmaya başlamışlardır.
Yalnız bu seferki Kuvayi Milliye biraz farklıdır. Silahla topla tüfekle değil, bilgi vererek yazılar yazarak, konuşarak tartışarak, boyalı medyanın ve Avrupa’nın manevi ajanlarının yürüttüğü bilgi kirliliği faaliyetine karşı milletimizi her ortamda her türlü araçla “doğru bilgilendirerek, bilinçlendirerek” yürütülecektir günümüzün Kuvayi Milliye faaliyeti. Milletimize gerçekleri anlatmak ve milletimizi bilinçlendirmek, kötülükler karşısında tek vücut olabilmek yukarıda anlattığım melanetlere karşı bizim ve Vatanımızın en büyük kalkanı en büyük silahı olacaktır.
Bu Vatan, Bu Millet, Bu Ülke;
Tektir, onun adı Türkiye..!
TEVFiK BiR / 18.Ekim.2005