28 Temmuz 2005 Perşembe

Büyük Analiz



Büyük Analiz

Türkiye eğer dirayetli bir hükümete kavuşursa, büyük devlet olma vasfına güçlü ve tam bağımsızlık vasfını da ekleyecektir.




Türkiye şu an 4 tarafından kuşatılmış bir durumdadır. İç ve dış düşmanlar Türkiye’ye karşı zımni bir anlaşmaya gitmişlerdir. Dış düşmanlara karşı içte tam birlik ve beraberlik ile mücadele edilmesi gerekirken, içte bile tam bir anlaşma olduğu söylenemez. Türkiye’yi tehdit eden iç unsurlar “yolsuzluk ekonomisi”, “terörizm”, “dinde yozlaşma ve tarikatçılık”, “milli benliğin ve kültürün yitirilmesi”dir.


Yolsuzlukla Mücadele

Yolsuzluk ekonomisi Türkiye’nin kangren kısmını oluşturan ve tarihin taşıyıcılığı dolayısıyla Osmanlı’dan bizlere miras kalmış olan bir olgudur. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte başlayan “aydınlanma çağı” dolayısıyla bu tarz “milleti sömüren ve sessiz kaos yaşatan” çıkarsal davranışların bitirilmesi gerekmektedir. Yolsuzluk, her yurttaşta bulunması gereken vatan sevgisini, toplumun refahının önceliğini ve bireysel ahlakı çökerten ve bunu genele yayan bir olgudur.

Yolsuzluk ekonomisi var oldukça yolsuzlukla mücadele de var olmak zorundadır. Ancak yolsuzlukla mücadeleyi gerçekleştirecek ekibin ve ekip önderinin vasfı; yolsuzlukla mücadelenin çeşidi ve bu mücadeleyi destekleyecek yasaların yolsuzluğu önleyebilme kapasitesi bu mücadelenin sac ayaklarını oluşturmaktadır.

Türkiye’de geçmiş yıllarda dipten tepeye kadar her kademede birbirini koruyan yolsuzluk şebekeleri mevcuttu. Bu kişiler kendi aralarında o kadar sağlam ilişkiler içerisindeydiler ki, açık vermeleri bile neredeyse imkansızdı. Ne yazık ki bu kişileri destekleyen devlet kademesinde de üst düzey bürokratlar ve hükümet yetkilileri mevcuttu. Bu kişilerle ilgili operasyonlarda bulunmak koltuktan olmak demekti. Buna ilaveten bu tarz operasyonlara ve soruşturmalara karşı yolsuzluk ekonomisi patronlarının tuttukları milyon dolarlık avukatlar da en büyük sorunu oluşturmaktaydı. Ama her halükarda milyon dolarlık avukatlar bile ülkeyi derinden soyan soyguncuları savunamamıştır.

4422 sayılı yasa ve yetişmiş bir kadro ile zamanın içişleri bakanı Sadettin TANTAN (Yurt Partisi Genel Başkanı) ve Kurm. Albay Aziz ERGEN önderliğinde o zamana kadar sümen altı edilmiş dosyalar raflardan çıkarılmış, büyük operasyonlar başlamış, büyük yolsuzluklar ifşa edilmiştir. İnsanın, gördüğü zaman karşısında ceket iliklediği kişilerin milyarlarca dolar para hortumladıkları, 5 yıldızlı hoteller yaptırdıkları ve yurt dışına para çıkardıkları tespit edilmiştir. Holding patronlarının gerçekte ülkeyi ekonomik olarak adım adım çökerttikleri açığa çıkarılmıştır. Sırf ülkemizin gelişimini ve büyümesini engellemek için bazı Türkiye karşıtı çevreler (bu çevreler çoğunluk olarak yurt dışından idareyi yapmakta ve etnik grupları bu konuda teşvik etmekte ve örgütlemektedir) bu organizasyonu gerçekleştirmişlerdir. Balina, paraşüt ve beyaz enerji… gibi halâ ismi hafızamızdan silinmemiş operasyonlar gerçekleştirilmiştir. Ancak bu gidişata birileri “dur” demiştir.

Dönemin başbakan yardımcısı Mesut YILMAZ (eski ANAP Genel Başkanı), Sadettin TANTAN’ı bu başarılı gidişata rağmen görevinden almış ve Gümrük Bakanlığı’na getirmiştir. Tantan ise bu durumu gururuna yedirememiş ve istifa etmiştir. Tantan cezalandırılmıştır ancak bir Jandarma Genel Komutanı yıllar sonra ilk kez, Kara Kuvvetleri Komutanı yapılmıştır. Daha sonra Tantan’ın başına gelenler (önce yolsuzlukla mücadele ekibi önderini kaybetmiştir), 4422 sayılı yasanın başına gelecektir. Mücadeleyi destekleyecek ve güçlendirecek yasanın içi boşaltılmıştır. Bu yasa ise 57. hükümet zamanındaki DSP, MHP, ANAP, FP…’ye ait milletvekillerinin oylarıyla içi boşaltılmıştır.

Ardından yolsuzlukla mücadele ekibi de aynı önderi ve yasası gibi dağıtılmıştır. Bir örnek verirsem, Başbakan Erdoğan’ın dünürü ve İBB’den dostu Albayrak’ların sahip olduğu holdingin yaptığı usulsüzlükleri Adil Serdar SAÇAN (emniyet mensubu) açığa çıkarmış ve savcılıkla ortak gerekli operasyonları yapmıştır. Ancak Serdar SAÇAN çeşitli tutarsız nedenler dolayısıyla 5 kere meslekten çıkarma cezası almıştır. İşin hayret verici kısmı bunlara karşı iptal davası açan ve kararların haksız olduğunu iddia eden SAÇAN aldığı cezaların dördünde kendisine haksızlık yapıldığı anlaşılmış ve kararlar iptal edilmiştir. Son bir davası ise devam etmektedir.

Yolsuzlukla mücadele ekibinde yer alan Gümrükler Başmüfettişi Necati CAN (Yurt Partisi Genel Başkan Yardımcısı), kaçak et operasyonlarından, deli danaya, silah kaçakçılığından, uyuşturucu kaçakçılığına kadar her yere el atmış; yolsuzlukları hallaç pamuğu gibi ortaya çıkarmıştır. Ancak şu anki vasfı yalnızca Gümrükler ESKİ Başmüfettişi olmuştur.

4422 sayılı yasa ise Yeni Türk Ceza Kanunu dolayısıyla tümüyle yürürlükten kalkmıştır.

Sonuç olarak 320 milyar $ kümülatif borcu olan bir ülkeyiz. Bunun tam üçte biri yani 80-100 milyar $’ı ise YOLSUZLUK EKONOMİSİNE maruz kalmış yani HORTUMLANMIŞ bir ülkeyiz. Şu an ekonomik nedenlerden ötürü tam bağımsız değilsek ve ekonomiyi düzeltmek için (!) IMF’den, DB’den, AB’den borç alıyorsak bilinmelidir ki bunların üçte biri banka hortumcularının cebine gitmektedir. Bu, ülkeye yapılacak en büyük hainliktir. Bir ekonomi sağlam olabilmelidir ki dış politikada, iç politikada dirayetli olunabilsin. Yoksa sana borç veren bir ülke senin içişlerine de karışır, uluslararası ilişkilerde sözü dinlenmez ülke durumuna düşülür, içte yoksulluktan bir ulus kırılır, kimse vergisini ödemez – devlet gelir elde edemez – giderler için vergi yerine dışarıdan borç alınır durumuna gelinir ki bu bir “sona” doğru giden kısır döngüdür. Ancak halkımız bu duruma gözünü kapamış durumdadır. Bu, ülkemizi tehdit eden iç unsurların başında gelmektedir. Dürüst ve maddi çıkar peşinde koşmayan bir iktidar ve bürokrat ordusu bu sorunu ortadan kaldırmak için yeterlidir. Bu yetişmiş ve dürüst görevlilerin halk tabanında meşru kılınması önem arz eder. Her ne kadar 4422 sayılı yasa yürürlükten kaldırılmışsa da 1 Ocak 2004 tarihinde yürürlüğe girmiş olan Türkiye Yolsuzluğa Karşı Özel Hukuk Sözleşmesi ve GRECO’nun standartları ışığında yeni bir yasa hazırlanabilir.

Yolsuzluklara karşı girişen bir İçişleri Bakanı, (Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’in bizzat eğittiği) dürüst ve cesur bir ekip ve içi dolu bir 4422. ŞU AN BUNLARDAN HİÇBİRİSİ YOK…!


Terörle Mücadele

Türk halkı terörle mücadele konusunda büyük yaralar almış ve yıllarca gündemini bu konuya ayırmış bir ülkedir. Ne tesadüftür ki (!) bu terörü ilk kez, bizim şu sınır kapısını açmaya çalıştığımız ve Trabzon Limanı’nı şu aralar gemilerine açmaya çalıştığımız Ermenilerin ASALA terör örgütü uygulamıştır. Diplomatlarımızı tek tek avlayan ASALA’ ya şu anki AB devletleri seslerini çıkarmamışlar, ve hatta “bana dokunmayana yılan bin yaşasın” sözünü referans alarak ASALA’yı desteklemişlerdir. Devletimiz ne zaman ki ASALA’YI bitirmeye karar vermiş ve icraata geçmiştir, bu terör örgütü de tarihin derinliklerinde yerini almıştır. Ancak Ermenileri kullanarak Türkiye’de istikrarı bozmak isteyenler kendilerine yeni bir maşa bulmuşlardır, Kürtler.

ASALA terörünün bitmesiyle beraber 1978 yılında PKK (Partiya Karkeren Kürdistan – Kürdistan İşçi Partisi) adıyla Kürtçü bir terör örgütü kurulmuştur. İlk eylemlerini 1984’lü yıllarda başlatan PKK, o zamanlar yalnızca öldürme ve bombalama yollarıyla istikrarı bozmaya ve Türkiye’nin bütçesini savunma ve silahlandırmaya ayırarak fakirleşmeye gitmesini sağlamaya çalışmıştır. Türkiye terörle mücadele edebilmek için yılda 20 milyar doları gözden çıkarmak zorunda kalmıştır. Ancak PKK amacında muvaffak olamamıştır. Yıllardan 1999 olmuş, Kürdistan kurulamamış, örgütün önderi Abdullah ÖCALAN yakalanmış, yapılan saldırılarda Kürtlerin de ölmesi ve Güneydoğu’da yaşayan halkın göç etmek zorunda kalması dolayısıyla halk tabanında da meşruiyet büyük ölçüde yitirilmiştir.

Örgüt amaç ve stratejilerinde değişikliğe gitmiştir. İlk yapılan icraatlar
1.     Örgütün isim değiştirmesi ve yeni bir vizyona kavuşmaya çalışması,
2.     Örgüt önderlerinin silahlı mücadelenin önderliğinden (güya) ayrılması ve azınlık hakları savunuculuğuna savunması ve Avrupa nezdinde prestij kazanması,
3.     Yapılan bombalı ve silahlı saldırılarda azaltmaya gitmek ve terör örgütü sıfatından sıyrılıp siyasal parti ve örgütlenme yoluyla demokrasi, insan hakları ve barış gibi sözcükleri amaçlarına alet ederek demokratik talep havariliğine soyunmak.

Ancak terör örgütü bu yolları kullanarak başarı kazanmış gözüküyor. İngiltere’de, ABD’de ve diğer Avrupa devletlerinde terörü simgeleyen her türlü aracın kullanılması, terörü simgeleyen renklerin takılması ve terör örgütü önderlerine sevgide bulunulması yasakken; şu an Türkiye’nin dört bir tarafında sarı kırmızı yeşil eşarplar ve atkılar takarak dolaşan ve miting düzenleyen insanlar, terör örgütü önderi Öcalan’ın fotoğraflarını taşıyan ve posterlerini açan ve yaşasın Öcalan (Biji Öcalan) diyerek slogan atanlar ve PKK’nın bayrağını açan binlerce insan varken, neredeyse hiç biri hakkında soruşturma ya da herhangi bir yasal işlem yapılmamaktadır. 1 Mayıs araç edilerek Diyarbakır’da toplanan 100.000 aşkın insanın bu biçimde davranmalarına ise artık göz yumulmaktadır. Halbuki bu tarz isyanları ve terör faaliyetlerini Fransa, İspanya, İtalya ve İngiltere en sert yollarla bastırmaktadır. Şüpheli görülenler tren istasyonlarında hunharca vurulmaktadır. Türkiye’de ise terör örgütünün militanlarının cesetleri belediyenin özel cenaze araçlarıyla taşınmakta ve geniş çaplı cenaze törenleri düzenlenmekte, PKK bayrakları açılmaktadır. Ancak artık bu tarz terör faaliyetleri Türkiye’de “doğal” karşılanmaktadır.

PKK yöntem değiştirmiş ve faaliyetlerini halkımıza normalmiş gibi göstermeyi başarmıştır. Mersin’de bayrak yakanlara karşı demokratik hakkını kullanıp miting düzenleyenleri bile, kendini aydın olarak tanımlayan kimi bölücü destekçileri “Faşistlikle” suçlamıştır. Bu amacını elde eden PKK, tekrar ölümlü terör faaliyetlerine başlamıştır. Şu günlerde neredeyse her gün 3-4 askerimiz şehit edilmekte, 4-5 askerimiz ise yaralanarak sakat kalmaktadır. Belediye Başkanları kaçırılmaktadır.

AB ise terör örgütü eski (!) önderlerine kucak açmakta, onlara plaketler vermektedir. Leyla ZANA ve arkadaşlarının Avrupa Parlamentosu’nda aldığı plaketler unutulmamalıdır. Bu plaketler yaptıkları çalışmalarında aldıkları başarılar sonucu verilmiştir. Peki bu başarılar nedir? Kürt’ü azdırıp Türk’ü ezdirmek.

PKK terör örgütüne karşı ise Kuzey Irak da operasyon düzenlenmeyeceği ise artık oldukça açıktır. Yurt içinde hem askeri hem de siyasi arena da savaşan PKK, ABD ve AB devletlerinden tam destek almaktadır.

PKK tek sorunumuz değildir. DHKP-C adındaki Avrupa denetimindeki terör örgütü ise faaliyetlerine devam etmektedir. Birkaç yıl önce Hacı Sabancı’yı ve ToyotaSA Genel Müdürü’nü öldüren DHKP-C, birkaç hafta önce de Adalet Bakanı’nı öldürmeye çalışmış ve son demlerde bertaraf edilebilmiştir. Türkiye’nin en büyük ve prestijli holdinginin bir ortağını ve ToyotaSA’nın Türkiye Genel Müdürü’nü DHKP-C adına öldüren Fehriye ERDAL ise Türkiye’ye iade edilmemiştir. AB’nin başkenti Belçika, ilk olarak Türkiye’de idam cezası olduğunu ileri sürerek Fehriye adlı teröristi iade etmemiştir. Türkiye Cumhuriyet’imizin idam cezasını kaldırmasıyla tekrar Fehriye adlı teröristin iadesi gündeme gelmiştir ancak Belçika teröre tam destek politikasını sürdürmeye devam etmiştir. Şimdi ise Belçika “Fehriye ERDAL’IN gerçekleştirdiği saldırılarda tam otomatik silah kullanmadığını, yarı otomatik silah kullandığını; halbuki terörist saldırıların yalnızca tam otomatik silahlar ile gerçekleştirilebileceğini; bu nedenle Fehriye ERDAL’IN terörist olmadığını” ileri sürebilmiştir. Bir terör örgütü kurulsa ve bu örgüt yalnızca yarı otomatik silahlarla Belçikalı Bakanları ve bürokratları öldürse; acaba bu terör olur mu olmaz mı? Tabi ki olur. Terörün tanımı kullandığı silahlarda değil; yapısında, amacındadır.

Bu örgütlere ilaveten Türkiye’de 15-20 Kasım saldırılarının taşeronluğunu da üstlenen İBDA-C adlı dinci(!) terör örgütü vardır. Bu örgütün önderliğini halâ cezaevinde sürdüren Salih MİRZABEYOĞLU’dur. Bu isim ve Soyisim onun gerçek ismi değildir. Mirza Bey, gerçekte Said-i Nursi’nin babasıdır. Mirza Bey oğlu demek, ben Said_i Nursi’yim, onun vasiyetini yani Şeriatçı ve Kürtçü Halife Devletini kuracağım, yerine getireceğim demektir. Bu örgütün üstüne sanırım, Nurcu olduğu için pek gidilmemektedir.

Ülkemizdeki terör örgütleri listesinin başlarında bir de Hizbullah adında sapık ve sadist bir örgüt de yer almaktadır. Sadettin TANTAN’ın ve Gaffar OKKAN’ın önderliğinde ve eşgüdümünde ve hatta bizzat operasyon planlarını hazırlamalarıyla örgüt çökertilme haddine gelmiştir. Örgütün tam olarak ne iş yaptığı bilinemezken, ardı ardına açılan ev mezarlar ve aydın dindar Konca Kuriş’in öldürüldüğünün anlaşılması gerçekleri ifşa etmiştir. Ancak bu olaylardan sonra Gaffar OKKAN’ın (Diyarbakır İl Emniyet Müdürü) şehit edilmesi Türkiye’de kim güçlü sorusunu dile getirmiştir. Türk tarihinde bu kadar cesur ve başarılı bir devlet adamının, hem de derin değil herkes tarafından bilinen ve emniyet müdürü olan bir kişinin bir terör örgütü tarafından oldukça planlı bir şekilde öldürülebilmesi, bir çok soruyu akıllara getirmiştir. Bu hazin vakıayı konu alan bir film bile çekilmiş (Deli Yürek – Bumerang Cehennemi) ancak bu saldırının arkasındaki “ÜLKE” anlaşılamamıştır.

Terör örgütlerinin (neredeyse) sayılamayacak kadar çok olduğu ve oldukça da güçlü oldukları bir ülkedir Türkiye. Bu terör örgütlerine AB devletlerinin ve ABD’nin yardım ettiği bu kadar açıkken, neden halâ AB’ye girilmek istenmektedir; neden ABD’ye karşın Kuzey Irak’a harekât düzenlenememektedir, anlaşılamaz. Teröre (kümülatif bazda) 50.000’i aşkın kayıp veren ve 250 milyar dolardan fazla para dökmüş bir ülkeyiz. Kümülatif borcumuz ise 320 milyar dolar. Yani teröre karşı harcanan paralar harcanmasa biriktirilse ve şu an kasadan çıkarılsa, tüm borcumuz ödenebilirdi. Terörü desteklemek – teröre karşı kullanması için Türkiye’ye silah satmak – bu paraların yarattığı açıklar için borç vermek ve Türkiye’yi borçlu konuma sokmak – alacaklı sıfatıyla her istenileni yaptırmak. Uluslararası camiada Türkiye’ye karşı girişilen derin plan böyledir.

Buna karşı ise dirayetli, cesur, dürüst ve tam bağımsız, ülke çıkarlarını gözetebilecek bir hükümet, aynı vasıflara sahip ve başarılı bir İçişleri Bakanı ve halkın tam desteği (ki zaten şu an bile bu var) terörü bitirmeye kafidir.

Hizbullah’a karşı mücadele etmiş şehit Gaffar OKKAN, PKK’ya karşı mücadele vermiş şehit Eşref BİTLİS, tam bağımsız ve AB’ye hayır diyebilecek bir hükümet ve içi dolu bir Terörle Mücadele Kanunu. ŞU AN BUNLARDAN HİÇBİRİSİ YOK…!


Dinde Yozlaşma ve Tarikatçılık ile Mücadele

Türkiye Cumhuriyet’i kurulurken asli unsurun belirlenmesinde ve azınlıkların tespitindeki yöntem dikkat çekicidir. Gayrimüslim halk azınlık olarak tanımlanmış (Lozan Antlaşmasıyla), Müslüman halk ise kurucu unsur olarak belirlenmiştir. Yani devletimiz için kuruluştan itibaren “İslamiyet” oldukça önem arz etmektedir.

İslamiyet’in Hıristiyanlık ve Yahudilik’ten en önemli farkı, Allah ile kul arasına kimsenin girememesi ve günah sevabın din adamları tarafından değil, Allah tarafından belirlenmesidir. Ancak bu kuralın Osmanlı’nın son yıllarında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında unutulduğu anlaşılıyor. Kendisini mehdi, şeyh…vb sıfatlarla niteleyenlerin, kendi kişisel ve maddi çıkarları için dini duyguları sömürdükleri anlaşılıyor. Tarikat şeyhleri ve arkasından sürüklenen müritler, şakirtler dinin başına en büyük bela haline gelmişledir. Fetva adıyla ya da yazdıkları sapkın kitaplarla İslamiyet’e büyük zararlar vermişler, hurafeleri tekrar hortlatmışlardır.

Tekke, tarikat, dergah gibi oluşumlar cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte yasaklanmış, kapatılmışlardır. Ancak ne tarikat hocaları ne de müritler bu yapılardan vazgeçmemişlerdir. Bugün bile ülkemizde varlığını tüm etkisiyle gösteren ve dış ülkelerin çıkarlarını sağlamak adına onların kontrolünde olan birçok tarikattan söz edilebilir. Bunlardan bir numaralısı ve mevcut iktidarla çok sıkı ilişkiler içinde bulunan Nurcu çizgide yer alan Fetullah GÜLEN (Fethullah Hoca) cemaatidir. Nur cemaatinin 16 kolundan biri ve içlerindeki en güçlüsüdür. Ülkedeki neredeyse tüm okullarda, tüm dershanelerde, tüm kurumlarda ve partilerde çok gizli örgütlenmeleri vardır. Birincil hedefleri eğitim fakülteleri vasıtasıyla tüm okul çağındaki çocuklarımızı; kamu yönetimi vasıtasıyla tüm mülki idareleri yani kaymakamlık ve valilik kurumlarını; hukuk fakülteleri vasıtasıyla tüm adli ve idari mahkemeleri; polis kolejleri ve akademileri vasıtasıyla da tüm emniyet teşkilatını kontrol altına almak ve nihayetinde de üniter cumhuriyet rejimini yıkıp başka bir devlete dönüştürmektir.

Nakşibendi tarikatı da Gülen tarikatına çok yakın dururlar ancak, Gülen tarikatından daha çok Kürtçüdürler. Ancak bu iki tarikatın da ABD’nin denetiminde olduğunu söylemek pek de bilinmeyen bir şey değil. Fetullah GÜLEN ABD’de FBI korumalarının dahilinde yaşamaktadır. Fetullahçı müritlerle Amerikalı şirketler arasında organik ve inorganik bir çok ilişki mevcuttur. Türkiye’de kendine muhalif TKP’yi denetimi altında tutan ABD, Kürtleri de PKK vasıtasıyla kontrol altına almıştır. Ancak kendisini bunların dışında muhafazakar ve dindar gören kesimi de bu tarikatlar vasıtasıyla kontrol etmektedir. Sonuç olarak ABD her kesimi kontrol etmeyi başarmıştır. Bu yolla da Türkiye kontrol edilmek istenmektedir.

Türkiye de bu konulara ilave bir laiklik sorunu da mevcuttur. Bunun sebebini ise tek tarafta aramak yanlıştır. İslamı, siyasi ve ekonomik çıkarları için kullanan Erbakan ve ekibinin kurduğu partiler / örgütler rejime karşı faaliyetlerini alenileştirdikleri için laiklik duvarına çarpmışlardır. Dini ögeleri birer siyasi simge haline getirmişler ve halkımızın “İslamiyet”e uzak durmasına ve adeta İslamiyet’i çağdışı bir din / görüş / felsefe olarak görmesine neden olmuşlardır. Bu ise hem çok “günah” hem de din adına yapılan en büyük ihanettir. Bunun yüzünden şu an namaz kıldığını söyleyen insanlara gerici, çağdışı ya da yobaz gözüyle bakılmaktadır. Allah’ın emirlerini uygulayan kişilerin övülmesi ve onlardan ibret alınması gerekirken; halk nezdinde küçük görülmektedirler.

Buna ilaveten insanlarımızın Erbakan ve tarikatçı diğer yapıların ağına düşmesine neden olan unsur, laikliğin dinsizlik ve din düşmanı bir ideoloji olarak lanse edilmesidir. Yıllarca kendisinin en büyük laiklik savunucusu olduğunu söyleyen ve Atatürk’ü ağzından düşürmeyen kimseler; İslamiyet’i de geri bir ideoloji, başı bağlamayı çağdışı bir uygulama, namazı ise gereksiz bir davranışlar kalıbı olarak görmüşler ve bu görüşlerini dillendirmişlerdir. Bir tarafta laik olduğunu söyleyen ama laikliği din düşmanlığı gibi gören ve gösteren bir tabaka; diğer tarafta ise rejim ve Atatürk düşmanı, dini kullanan bir tabaka (örnek kişi Merve Kavakçı).

Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’ye çevirisindeki en büyük ve en başarılı hoca Elmalılı Hamdi Yazır, bu meali Atatürk’ün isteği üzerine ve devletin parasıyla yapmıştır. Atatürk çoğu sözünde İslamiyet’i övmekte, dinsizliği en büyük tehlike olarak görmektedir. Hem müslüman hem laik olunmaz denir ama, bu sözün aksine “hem müslüman hem Atatürkçü hem de laik” olunur… Yeter ki biz dinimizi anne babadan, hacıdan hocadan önce Allah’ın kelamı olan Kuran’dan öğrenelim. Kuran okuyup, dinimizi çeşitli kaynaklardan araştıralım, dinimizi sorgulayalım. Çünkü İslam dini sorgulanabilir bir dindir, diğer dinler gibi tezatlıklar ya da zıtlıklar barındırmaz. Bu yolla dinini gerçekten bilen insanımız, ne tarikatların tuzağına düşer, ne dininin yozlaşmasına izin verir, ne de misyonerlerin yemi olur.


Milli Benliğin ve Kültürün Yitirilmesi ile Mücadele

Son 10-15 yıldır milli benliğimizi ve kültürümüzü yitirmiş, yozlaştırmış bulunuyoruz. Müslüman olup boynuna “haç” kolye takanlardan, göğsünde ABD bayrağı bulunan tişört giyenlere kadar milli kimliğimizi yitirmiş durumdayız. Küreselleşen dünyaya baktığımız zaman, dünyanın hiçbir ülkesinde Türk bayraklı bir tişört ya da daha doğrusu kendi ülkesinden başka bir ülkenin bayrağını taşıyan tişört giyildiği görülmemiştir. Bu ancak geri bıraktırılmış ve bunu içine sindirememiş, daha büyük olmak isteyen ve özenti toplumlarda görülebilir. Mısır’da ya da Tunus’ta, Türkiye’de ya da Bosna Hersek de ABD bayraklı tişört giyenler mevcutken; Almanya’da böyle bir durum yok. Müzikte evrenselliğinin söz konusu olduğunu biliyoruz ancak, Türk Sanat Müziği’ni bilmeyen ve dinlemeyen, Türk Popüler Müziği’ni özenti bulan ancak özenti bir biçimde yabancı pop, hip hop, metal, rock dinleyen bir gençliğe sahip bulunuyoruz. Bu günlerin gençliği ise yarınların büyükleri olacak. Yabancı futbolcuları takımlarıyla tek tek sayan gençlerimiz, ressam ve şairlerimizden 5’er örnek ver dediğimiz zaman yanıt veremiyor. Kültür kelimesini Ziya Gökalp “Hars” olarak isimlendirmiş; yeni Türkçeleştirme çalışmalarında ise “Ekin” olarak Türkçeleştirilmiştir. 3 tane ayrı adlandırması olan bir sözcük söz konusu ama değerini bilen yok.

Şu yıllarda ise gündemde, ders kitaplarında tarihi zaferlerimizin anlatılmasının azaltılması ve diğer ülkelerle yapılan savaşlarımızın dostluk esintileriyle anlatılmasıdır (Yunanlıların, Avrupalıların). Halbuki Yunan tarih kitaplarının neredeyse her sayfasında Türkler düşman, çağdışı ve barbar olarak gösterilmektedir. Ermeni ulusal marşında ise “Türklerin kanını dökeceğiz, Ermeni topraklarını (Ardahan, Kars, Erzurum…) geri alacağız” nakaratları mevcuttur. Bunlardan bihaber ancak bilgisayar oyunlarının bin bir türlüsünden haberdar bir gençliğe sahibiz. Gençliğimize gerçekleri ve tarihlerini, ulusal kültürlerini anlatmak ise biz büyüklerin ve okullardaki hocalarının görevi. Ancak bunu destekleyecek kitaplar ve uygulamalar da olmalı. Toplumumuz, bu toplumun nasıl ayakta durduğunu ve ortak değerlerini, Türklüğü ve dinini iyi bilmelidir ki, en büyük sorunlar bile kolayca aşılsın, toplumun birbirine olan sevgi ve saygısı genele yayılsın, beyin göçü engellenebilsin.


TEVFiK BiR / 28.Temmuz.2005



Telif Bilgisi

© 2009-2017 tevfikbir.com , tevfikbir.blogspot.com. Tüm hakları saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeksizin alıntı yapılamaz.

" Tevfik BİR - www.tevfikbir.com " biçiminde kaynak gösterilerek makalelerden alıntı yapılabilir.